ALLAHU AKBAR..

FROM MY HEART ALLAHIM.... THIS IS TO YOU ONLY TO YOU... ONLY YOU KNOW ME, ALLAHIM...ONLY YOU CAN TO HELP ME..ONLY YOU CAN TO MAKE WHAT I NEED,
TO MODIFY WHAT TO NEED... TO BE BETTER WHAT NEED... ONLY YOU CAN TO FORGIVE ME... AND TO MAKE THOSE HEART, WITHOUT LOVE TO WORK FOR THE TRUTH LOVE... AND UNDERSTAND WHAT IS THE TRUE LOVE... MY ALLAHIM.. FORGIVE ME...
I , YET, AM TO LEARNING... TO BE, GOOD MUSLIM, MY ALLAH....









NÃO USE DE ENGANAÇÃO, NÃO USE AS PESSOAS, NÃO SE PONHA ENTRE CASAIS, NÃO SEPARE FAMILIAS, NÃO FALE DA VIDA ALHEIA.
TENTE SER MELHOR A CADA DIA. TEMA ALLAH CC COM FEVOR.
TODOS NÓS SABEMOS QUE COLHEREMOS O QUE SEMEAMOS.
CUIDE DE SUA VIDA. NÃO CUIDE DA VIDA ALHEIA.
SE NÃO PUDER AJUDAR, NÃO ATRAPALHE. NÃO SE PONHA NO CAMINHO.
ALLAH CC NOS DEU UMA UNICA VIDA, CABE-A NÓS CUIDAR DELA !














Sunday, August 2, 2015

ŞECERETÜ’L- KEVN


 Şeceretü’l- Kevn-1





 
شَجَرَةُ الكَوْن
.
ŞECERETÜ’L- KEVN
 
 
 
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم
 

Hamd olsun ALLAH’ a…
Ki, teklik Zât’ının hakkı…
Eşsizlik sıfatının şanı…
Yüzü cihetlere dönük olmaktan münezzeh…
Kudsiyyeti bir başka…
Kevnî ve muhdes şeylerden beri..
Ayağı yönlerden
Eli hareketlerden
Gözü lâhzalardan ve bunların ifâde ettiği mânâlardan yana temiz-pâk…
İstivâsı, bitişmek ve yapışmaktan
Gücü isabetsiz olmaktan ve boşa harcamaktan çok uzak…
Hele iradesinin, beşerî vasıflardan olan şehvet unsuru ile hiçbir ilgisi yoktur.
Kezâ O’nun;
Zâtî Sıfatları, O’ndan sıfat alanların artması ile sayı yönünden artmaz.
İradesine, çeşitli arzuların belirmesi ile de bir değişiklik olmaz.
Bütün kâinâtı:
كُنْ  - Kün! Ol! ” emriyle meydana getirdi…
Ve bütün mevcûdatı o emri ile icâd etti…
Bu âlemde Vücûd bulan ne varsa, hepsi de o kelimenin gizli mânâsından meydana geldi…
Ve bütün saklılar, o kelimenin el değmeyen sırrından meydana geldi…
İşte bunun tasdiki-onayı:
Allah-ü Teâlâ buyurdu ki :
       “Ancak bir şeye kavlimiz : Ona irademiz talluk ettiği zaman “ كُنْ  - Kün! Ol! ”  demek olur ki, olur….” (Nahl 16/40)
Sonra, gerçekten ben kâinâta ve oluşuna, olanlara ve içinde tedvin edilen hikmete baktım..
Gördüm ki: Bütün Kâinât tümden bir ağaçtan ibâret…
O ağacın asıl nuru ise ;
كُنْ  - Kün! Ol! ” tohumundan meydana gelmiş..
Bu meydana gelenlerin –kevnîyyetin- “ك : Kâf” ı :
       “Biz sizi yarattık…” (Vâkıa 56/57)
Âyet-i Kerîmesindeki: “نَحْنُ -Nahnü : Biz” tohumu ile aşılanmış,
İşbu aşılanmış tohumdan:
       “Biz her şeyi şekline uygun şekilde yarattık.” (Kamer 54/49)
Meâlinde belirtilen mânânın meyveleri hasıl oldu.
Ve bu yaratılışla iki ayrı dal meydana geldi.
Biri “Kemâliyet” kelimesinin “ك : Kâf” ı
Diğeri de “Küfür” kelimesinin “ك : Kâf” ı
Kemâliyeti şu Âyet-i Kerîme bildirir:
       “…Bu gün dininizi sizin için tamamladım….” (Mâide 5/3)
Küfür “ك : Kâf” ını da şu Âyet-i Kerîme bildirir:
       “…Onlardan bir kısmı kâfir bir kısmı da mü’min…” (Bakara 2/253)
ن : Nun” Harfinin özünden ise;
Mârifet Nuru ile
Nekre Nuru meydana geldi.
Yâni, Bilmek ve Bilmemek…
Vakta ki, Allah-ü Teâlâ, yokluk hazinesinden ezelî arzu hükmü uyarınca varlıkları yarattı…
Onlara Nurundan saçtı…
Her kime ki o Nurdan isabet etti; o kimse “ كُنْ  - Kün! Ol! ”  emri tohumundan meydana gelen ağacı kavradı, anladı…
Ve ona o emrin “ك : Kâf” ındaki sırda:
       “Siz hayırlı oldunuz…”  (Âl-i İmrân 3/110)
Meâlinde  gelen Âyet-i Kerîmenin sûreti belli oldu…
Ve o emrin “ن : Nun” undaki şerhle de:
       “Allah tarafından sînesi İslâm’a açılanı mı sordunuz?... O, Rabb’ından gelen nur üzerinedir…”  (Zümer 39/22)
Âyet-i Kerîmesindeki mânâ sûreti zâhir oldu…
Ve her kime ki o Nurdan isabet etmedi, boş geçti..
İşte o zaman; ondan, “ كُنْ  - Kün! Ol! ”  yâni “ك : Kâf”  ve  “ن : Nun” dan kasd olunan asıl mânânın keşfi istenir.
Çünkü o, onların hecesinde yanıldı..
Ve iş umduğu gibi çıkmadı..
O, “ كُنْ  - Kün! Ol! ”  yâni “ك : Kâf”  ve  “ن : Nun” un dış manzarasına baktı, yanıldı…
ك : Kâf” ı KÜFÜR mânâsında gördü..
ن: Nun” u  da NEKRE mânâsında gördü…
İnkar yabancılık..
Kısacası, kâfirlerden oldu…
Hasılı:
كُنْ  - Kün! Ol! ”  olarak ifâde edilen kelimelerden, her yaratılmışın hazzı başka başkadır..
Ki bu hazz ve nasibi, o kelimenin  hecesinden edindiği bilgi kadardır..
Bir de onun gizli sırlardan elde ettiği müşâhede kadar…
Bütün bu fikirleri önünüze sererken delilimiz:
       Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin şu Hadîs-i Şerîfidir:
“Allah-ü Teâlâ, yarttığı halkını bir zulmette yarattı.. Sonra onlara nurundan saçtı.. O nurdan nasib alan hidâyet buldu.. Ve o nur, her kime ki uğramadan geçti, o da şaştı.. azdı..”
Vaktaki Âdem aleyhisselâm; Vücûd, Varlık Dairesine baktı..
Her mevcûdu , varlığı şöyle gördü:
Kevn, yâni bir var oluş dairesi içinde dönmektedir..
Sonra çift; biri ateşten diğeri de topraktan..
Yine gördü ki; o kevn, kâinât..
Yâni o bir oluş dairesi ki:
كُنْ   - Kün! Ol!
Emri sırları üzerine dönmekte..
Onun isteğine göre hareket etmekte.
Bu sebebden o devr ettikçe devrediyor..
Uçtukça uçmak istiyor…
O emre sığınıyor ve ona göre cevelân ediyor.
Ondan olamıyor, arzusu dışına çıkamıyor…
Hasılı mânâda herkesin müşâhedesi bir başkadır.
Yâni:
كُنْ  - Kün! Ol! ” Emrine dair müşâhedesi…
Ona biri bakar; Kemâliyetin “ك : Kâf” ını ve Mârifetin “ن : Nun” unu müşâhede eder.
Bir başkası da Küfür “ك : Kâf” ı ile yabancılık “ن : Nun”unu… Nekreyi müşâhede eder…
Kim olursa olsun; yaptığı müşâhedenin mahkümudur..
Ama hiç biri kendi başına bir işe sahip değildir.
Hepsi.. Ama hepsi:
كُنْ  - Kün! Ol! ”  dairesinin merkez noktasına dönüktür.
Yâni tâbidir, bağlıdır…
Bu olanların haddi:
كُنْ  - Kün! Ol! ”  Emrinin bir icâbı olarak olanların haddi değildir ki;
كُنْ  - Kün! Ol! ”  Emrini veren Zât’ın arzusu dışına çakalar…
Yapılan müşâhede hükmü ne olursa olsun, İlâhî hüküm budur…
Baktığın zaman göreceksin ki bu “Şeceretü’l- Kevn” in
 “Kâinât Ağacı” nın dallarının şekli, meyvelerinin çeşit çeşit olmalarına rağmen, hemen hepsi tek merkezden meydana gelmektedir ki o;
كُنْ  - Kün! Ol!
Habbesi..
Tohumu ya da sevgisi…
Hepsi ama hepsi, ondan olmakta ve ondan  meydana gelmektedir.
Âdem aleyhisselâm’ın kaydolduğu bir yer vardı ki oranın adı: “Mekteb-i Tâlim…
Yâni dershâne..
Yâni öğrenme yeri.
İşte o mektebe dahil olduğu zaman, öğrendi..
Bütün isimleri.. hepsini.. hepsini…
İşte bu tâlimden, yâni bu öğrenmekten sonradır ki karşısına muazzam bir sahne çıktı..
Ki bu sahne:
كُنْ  - Kün! Ol!
Emrinin temsil ettiği sahne idi..
Daha sonra, bu Kâinâtı yaratan muradına baktı…
Öyle ya..
Boşa değil di bu yaratılış.
O hâlde bunlardan muradı neydi?
İşte o zaman yine karşısına:
كُنْ  - Kün! Ol! ”  Emrinin “ك : Kâf” ı  ve  “ن : Nun” u çıktı…
O artık her şeyi biliyordu, öğrenmişti.
Tâlimli idi..
Bu öğrendikleri sayesindedir ki Hazine “ك : Kâf” ını..
Yâni Kenz Kâfını  keşfetti.. Müşâhede etti ve gördü..
Ve şu mânâyı:
       “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyen.. Bilinmemi istedim..”     
Bunu böylece müşâhede ettikten sonra, bir başka sır kapısı açıldı önüne…
Ki o Nun Sırrı…
Ki bu enâniyyet, yâni “Ben” benlik kelimesindeki “Nun” Sırrı idi…
Bu sırr, bir Âyet-i Kerîme’de mânâsını şöyle bulmuştu:
       “Gerçekten Ben Allah’ım.. Başka ilâh yok.. Ancak Allah Ben..”  (Tâ Hâ 20/14)
Vakta ki, heceler tamam oldu..
Ve umulan da tahakkuk etti..
İşte o zaman ona bir başka mânâ kapısı açıldı..
Bilhassa Kenz-Hazine Kâfı’ndan tekrim..
Yâni, Şeref-İyilik Kâfı ona belli oldu..
Bu mânâyı şu Âyet-i Kerîme ifâde eder:
       “Biz Âdemoğlunu pek şerefl kıldık..”  (İsrâ 17/70)
Daha sonra bir başka Kâf..
Küntiyyet Kâfı..
Yapılış ve Oluş Kâfı..
Ki bu da:
       “Onun  kulağı, gözü ve eli olurum..” Kudsî Hadisi ile sabittir.
Sonra onun için başka mânâlar meydana geldi ki..
 Bu da “Nun” Harfinin icabı idi ve Enaniyyet-Benlik Nunu’ndan isthrac ediliyordu…
Ki bu Enaniyyet-Benlik Nunu’ndan, Nuriyyet Nunu yâni Nurlu olmak Nunu geldi..
Bu mânâyı da şu Âyet-i Kerîme ifâde eder:
       “Ona fayadası için nur kıldık..” (En’âm 6/122)
Sonra bu Nimet Nunu ile birleşti..
Bu mânâsı şu Âyet-i Kerîmede:
       “Şayet Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız tüketemezsiniz.” (İbrâhim 14/34)
Buraya kadar sayılanlar, Âdem aleyhisselâm’ın durumu idi..
Ve bütün bu mânâlar;
Tâlim gördüğü mektepten: “ كُنْ  - Kün! Ol! ”   Kelimesinden öğrendikleri idi…
Ama hepsi değil..
Azdan da azı…
Yine anlatacağız…
Açıklanan Kelimler :
Şecere : Ağaç. Kütük. * Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.
Vâcibü’l-Vücûd : Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.
Nisbet : Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
İzafî : İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek
Cihet : (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
Kevnî : Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
Muhdes : İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.
İcâd : Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek.
Tedvin : Bir araya toplayarak tertipleme. * Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.
Vaktaki : f. Ne vakit ki, o zaman ki, olduğu vakit.
Müşâhede : Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol.
Tâlim : Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman.
Kenz : Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler.
Enâniyyet : (Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.
Tekrim : Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.
 Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
نَحْنُ خَلَقْنَاكُمْ فَلَوْلَا تُصَدِّقُونَ
“Nahnu halaknakum felevla tusaddikune. : Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?” (Vâkıa 56/57)
إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَن نَّقُولَ لَهُ كُن فَيَكُونُ
“İnnema kavlüna li şey'in iza eradnahü en nekule lehu kün fe yekun : Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece «Ol!» dememizdir. Hemen oluverir.” (Nahl 16/40)
إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
“İnna kulle şey'in halaknahu bi kader : Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer 54/49)
حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالْدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلاَّ مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَن تَسْتَقْسِمُواْ بِالأَزْلاَمِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن دِينِكُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِ الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِّإِثْمٍ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Hurrimet aleykümül meytetü ved demü ve lahmül hinziri ve ma ühille li ğayrillahi bihi vel münhanikatü vel mevkuzetü vel müteraddiyetü ven netiyhatü ve ma ekeles sebüu illa ma zekkeytüm ve ma zübiha alen nüsubi ve en testaksimu bil ezlam zaliküm fisk elyevme yeissellezine keferu min diniküm fe la tahşevhüm vahşevn elyevme ekmeltü leküm dineküm ve etmentü aleyküm ni'meti ve radiytü lekümül islame dina fe menidturra fi mahmesatin ğayra mütecanifil li ismin fe innellahe ğafurur rahiym : Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Mâide 5/3)
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَـكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَـكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ
“Tilker rusülü faddalna ba'dahüm ala ba'd, minhüm men kellemellahe ve rafea ba'dahüm deracat, ve ateyna iysebne meryemel beyyinati ve eyyednahü bi ruhil kudüs, ve lev şaellahü maktetelellezine mim ba'dihim mim ba'di ma caethümül beyyinatü ve lakiniltelefu fe minhüm men amene ve minhüm men kefar, ve lev şaellahü maktetelu ve lakinnellahe yef'alü ma yürid : O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini yapar.” (Bakara 2/253)
كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُم مِّنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
“Küntüm hayra ümmetin uhricet lin nasi te'mürune bil ma'rufi ve tenhevne anil münkeri ve tü'minune billah, ve lev amene ehlül kitabi le kane hayral lehüm, minhümül mü'minune ve ekseruhümül fasikun : Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Âl-i İmrân 3/110)
أَفَمَن شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِّن رَّبِّهِ فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
“E fe men şerahallahü sadrahu lil islami fe hüve ala murim mir rabbih fe veylül lil kasiyeti kulubühüm min zikrillah ülaike fi dalalim mübin : Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir? Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer 39/22)
إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
“İnneni enallahü la ilahe illa ene fa'büdni ve ekimis salate li zikri : Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl. “ ( Tâ Hâ 20/14)
  
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً
“Ve le kad kerramna beni ademe ve hamelnahüm fil berri vel bahri ve razaknahüm minet tayyibati ve faddalnahüm ala kesirim mimmen halakna tefdiyla : Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)
أَوَ مَن كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
“E ve men kane meyten fe ahyeynahü ve cealna lehu nuray yemşi bihi fin nasi ke mem meselühu fiz zulümati leyse bi haricim minha kezalike züyyine lil kafirine ma kanu ya'melun : Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir.” (En’âm 6/122)
وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ الإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ
“Ve ataküm min külli ma seeltümuh ve in teudu ni'metellahi la tuhsuha innel insane le zalumün keffar : O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrâhim 14/34)
Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:
       Abdullah b. Amr b. Âs'tan (Radıyaliahü anhümâ):
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ in şöyle dediğini işittim:
İzzet ve celâl sahibi olan Allah buyurdu ki:
"Allah kâinatı karanlıkta/yoklukta yarattı. Sonra o gün, nurunu her tarafa saçtı. Kime bu nurdan isabet ettiyse hidâyeti bulmuştur ve kime de isabet etmemişse o dalâlettedir. Bu yüzden derim ki izzet ve celâl sahibi olan Allah'ın ilmine uygun olarak (kâinat takdir edildi ve) kalem kurudu, (hüküm kesinleşti.)"
(İmam Ahmed b. Hanbel, El-Müsned, el-Fethu’r-Rabbani Tertibi,
Sened: Sahih: Müsned, 11/176, H.no:6644 (uzun bir hadisin ortasında nakledilmiştir): Benzer rivayet için bk. 11/197. H.no:6854, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, es-Sünne, U/424, H.no:932; Tirmizî, îmân, 18, H.no: 2642 (hasen); İbn Ebî Âsim, 1/107-108, H.no:241-243; Taberânî, Müsnedü's-Şâmiyyîn, 1/304, H.no:532; Hallâl, es-Sünne, 111/539, H.no:891; Beyhakî. es-Sünenü'l-kübrâ, IX/4; Hâkim, Müstedrek, 1/84, H.no:83 (İsnadının sahih olduğunu söyler); Deylemî; Firdevs, 1/170, H.no:43; Herevî, el-Erbaûn fî deiâiH't-Tevhîd, 1/88-89, H.no:37; Lâlkâî, IV/604, H.no:1078-1079; Heysemî, râvîlerinin sika olduğunu ifâde eder. Bk.Mecma', VII/193-194.)
       Hadis-i Kudsî : "Ben gizli bir hazine idim. Tanınmak istedim. Mahlûkâtı yarattım ki Beni tanısınlar"
       Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Allah şöyle buyurdu:
"Kim Benim bir dostuma düşmanlık beslerse, Ben ona harb ilân etmişimdir. Kulum bana kendisine farz kıldığım şeylerden daha se­vimli bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle Bana yaklaşa yaklaşa nihayet onu severim. Onu sevdiğimde de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağıolurum. Benden bir şey isterse onu kendi­sine mutlaka veririm. Bir şeyden Bana sığınırsa onu mutlaka koru­rum. Ölmek istemeyen mü'minin ruhunu almakta tereddüt ettiğim kadar yaptığım hiçbir şeyde tereddüt etmedim. Çünkü Ben onu üz­mekten hoşlanmam.”    (Buharı, Rikak: 38.)

Şeceretü’l- Kevn-2


Ya İblis..
Ya onun durumu..
Anlatalım…
İblise gelince –Allah’ın lâneti ona-
Mekteb-i Tâlimde, yâni dershâne ve öğrenme yeri..
Orada tam kırk bin yıl kaldı..
كُنْ - Kün! Ol! ” Emrini, yâni Kâf ile Nun harflerini safha safha tetkik etti, inceledi..
Zâten onu oraya koymaktan gaye de buydu..
O da kendi kendine bu işleri yapıyordu..
Fakat Âdem aleyhisselâm’ın aksine…
Sebebine gelince: Muallim onu, kendi nefsine bırakmıştı..
Kendi gücüne ve kendi kuvvetine terk etmişti..
Vermişti ona gücü kuvveti: Salıvermişti kendi başına..
İblis, yâni şeytan ise bu hâliyle:
كُنْ - Kün! Ol! ” Emrinin timsaline bakmaya başladı.
Ondan yâni Kâf ile Nun’dan bir şeyler çıkarmaya gayret etti.
Böylece o, Kâf harfinin işaretinden küfrüne şâhid oldu.
Böyle olunca İlâhî emre:
       “Karşı geldi ve büyüklük tasladı..”  (Bakara 2/34)
Nun harfinden ise ateşlik olduğunu anladı:
       “Beni ateşten yarattın..”  (A’raf 7/12)
Âyet-i Kerîmesinde belirtilen mânâ zuhura geldi..
Durum böyle olunca, Küfür Kâfı ile Narı’ın –ateşin- Nunu birleşti..
Sonrada şu Âyet-i Kerîmenin özlü mânâsı tecellî etti:
       “Onlar, hep birden ateşe tıkılırlar..”  (Şuara 26/94)
Tekrar Âdem aleyhisselâm’a dönelim..
O bu Kâinât Ağacına nazar etti, baktı..
Onu muhtelif şekilleri, çeşit çeşit meyveleri ve çiçekleri ile gördü.
Bu arada o, hepsinden geçti.
       “Gerçekten Ben Allah’ım..” (Tâ Hâ 20/14)
Meâline  gelen Âyet-i Kerîmesi dalına yapıştı..
Çünkü ona göre sabit olan değişmez mânâ buydu.
Artık tefrid, yâni teklik dalı altında gölgeleniyordu..
Sayebân oluyordu…
Sonra tevhid âlemine geçmişti..
İşte bu âlemden ona bir nidâ geldi.
Bu hitab hem Âdem’e hem de Havva’ya idi..
Durum bu iken, şeytan ona yaklaşmak istiyordu..
Ve bu yaklaşması, onları kandırmak içindi..
Yâni şeytanın tutunarak geldiği dal vesvese dalı idi…
Geldi ve onları kandırdı..
Bu kanmanın bir sonucu olarak ondan yediler..
Kaydılar..
Hem de ayakların kayıp gittiği yerde..
Hâliyle Âdem:
       “Yaklaşmayınız..”  (Bakara 2/53)
Emrine asî geldi..
Ama durumu ayıktı ve:
       “Rabbımız biz nefislerimize zulmettik..”  (A’raf 7/23)
Meâlinde buyrulan İlâhî Emrin dalına tutundu..
Ki bu tutunduğu dal:
       “Âdem Rabbından bazı kelimeler öğrendi..” (Bakara 2/37)
Meâline  gelen Âyet-i Kerîmenin meyveleri idi..
Bunlar onun, yâni Âdem’in ayağı kaydığı zaman tutunduğu dallar idi…
Yapıştı, bırakmadı ve..
Kurtuldu…
Bir gün var ki onun adına “Şehâdetler Günü” denir.
Vaktaki o gün şâhidlerin gözleri önünde:
       “Ben Rabbınız değil miyim?..”  (A’raf 7/172)
Şeklinde nidâ olundu.
Bu nidâyı duyanlar. Doğruluğuna hep şehâdet ettiler..
Ama herkes gördüğü ve işittiği kadar..
Sonra orada olanların hepsi:
       “Evet!..”  (A’raf 7/172)
Cevabını vermekte ittifak etti…
Ne var ki, ihtilaf başka taraftan oldu.
Yâni: O andaki müşâhede yönünden…
O müşâhede anında, her kim ki Zât-ı İlâhî’nin Cemâl sıfatını gördü, o an anladı ki:
       “Onun benzeri bir şey yok..”  (Şûrâ 42/11)
…Ve her kim Hakk Teâlâ’nın sıfatına ait Cemâl sıfatını gördüyse..
O da:
       “Allah’tan gayri ilâh yoktur. O hakiki sultandır ve bütün güzellikler onundur.. Noksan yoktur..” (Haşr 59/23)
Şeklinde şehâdette bulundu.
Yukarda sayılan zümrenin şehâdeti anlatıldığı gibi olmasına rağmen, onların dışında kalanların şehâdeti öyle olmadı.
Yaratılmışların gelinlerine, yâni güzelliklerine kapılıp kalanların şehâdeti çok çeşitli ve değişik oldu.
Ki bu değişik oluş, görülen şeylerin çeşit çeşit ve değişik olşuna göre oldu.
Bunlardan bir zümre Hakk’ı, mahdud yâni belli bir mekan içinde gördü.
Bir başka zümre ise yok saydı..
Bir başka zümre de, kocaman bir taş veya kaya, dağ gördü.
Bunların hepsi bir nasib işidir..
Ki bu nasib ve müşâhedeler şu Âyet-i Kerîmenin mânâsında saklıdır:
       “De ki; bize ancak Allah’ın yazdığı isabet eder..”  (Tevbe 9/51)
Her şey bir nasib meselesidir ve bu nasib de:
كُنْ - Kün! Ol! ” Kelimesinin sırrında saklıdır.
O dairenin noktası etrafında döner..
Ve o Kelime Tohumunun aslına bağlı ve sebatı onun üzerindedir.
“ كُنْ - Kün! Ol! ”  Emri Habbesi Kâinât Ağacı’nın bir Tohumu hem de meyvesine bir çekirdek oldu..
ve mânâsı da sûret…
İşbu sebeble ben istedim ki yaratılmış olan bu Kâinâta bir misâl vereyim..
Ve bu mevcûd varlığında timsâlini çizeyim..
Fakat.. bu bâbda, söylenen sözler, yapılan işler ve ortaya çıkarılan hâller fayda vermedi..
Evet..
Esas mesele böyle..
Başka yok…
İşte bundan sonradır ki, fikrimi anlatmak için bir ağacı misâl olarak aldım..
Ve misâl olarak aldığım bu ağaç:
كُنْ - Kün! Ol! ” Emrinin Tohumundan meydana gelmiştir..
Esası-kökü orada..
Dalları ve yapraklarıyla da burada…
Kâinâtta olagelen hâdiselerden her ne ki zuhura geliyorsa ..
Ki onlar, artma, eksilme, gayb ve şehâdet âlemine ait işlerden;
Biri küfür ve iman,
Yapılan amellerin verdiği, temiz ve pâk hâller,
Zâhir olan en güzel sözler,
Bir şeyi arzu etmek ve zevk almak,
Mârifet makamlarının hoş ve tatlı hâlleri,
Mukarrebun zümresinin yakînlik dallarında yeşeren mânevî yapraklar,
Muttâki zâtların erdiği makamlar,
Sıddıkların erdiği dereceleri.
Âriflerin münacatları,
Ve muhabbet ehli zâtların müşâhedeleri…
İşte bütün bu sayılanlar, o Habbenin,
Yâni o Tohumun,
Yâni:
كُنْ - Kün! Ol! ”
Emrinin birer meyvesidir ki, meydana getiren bizzât kendisidir..
Ve bunlardan bir doğuştur ki, o doğurur..
Şimdi, sana o ağacın bir târifini yapacak ve dallarını sayacağız , dinle!..
Bu:
كُنْ - Kün! Ol! ”
Emrinin bir çekirdeği olan Ağaç, ilk başta üç dal meydana getirdi..
İşte o dallardan biri, “Zâtü’l- Yemin” dir.
Yâni Sağ Zât..
Sol değil..
E bu dala tutunanlar: “Ashab-ı Yemîn” oldular..
Yâni sağ cânib ehli..
Diğer dal da sol cânibtedir k: Ona da “Ashab-ı Şimâl” yapıştı..
Yâni Solaklar..
Bu iki dalın bir üçüncüsü ar ki, onun ne sağa meyli vardır ne de sola..
Bu dalın mutedil bir boyu vardır..
Yolu tam bir istikamete çıkar..
Şimdi:
“Bu dala kimler tutunur?..” diyeceksiniz..
Acele etmeyin ki diyelim.
“Bu yüce dala “Sabikun” Zümresi tutunur…
Mukarrebun Zümresi tutunur…
Yâni başta gidenler ve Hakkın Zâtı’na Yakîn olanlar…
Yâni:
“Ben kimdenim?”
Diyenler değil de;
“Kim benden?”
Şimdi anladın mı, bu kudsî dalın sahiplerini?..
Vaktaki bu ağaç yükseldi, yücelere baş çekti..
Hâliyle, dallarından biri çok ötelere aşıp gitti..
Bir tanesi de tam aksine…
İşte o ötelere aşan dal, mânâ âlemini meydana getirdi..
Öbürü de sûret..
Sonra.. Bu ağacın zâhirde belli, kendisine yapışık kabukları vardır..
Aynı şekilde onu örten ve perdeleyen örtüleri de vardır..
Ki bunların tümüne:
“Âlem-i Mülk” adı verilir..
Yâni  bu Şehâdet Âlemi..
Görünen, bilinen ve hissedilen âlem..
Elle tutulabilen âlem..
O ağacın bir de Bâtınî kalbi var..
Belki onun canlı kalmasını sürdüren kalbleri var..
Özleri var..
Hem de gizli..
Hem bu maddî gözün göremeyeceği şekilde mânâları da var…
“Peki, bunlar nedir ve ne vazifesi var?..” derseniz.
Anlatalım:
Onlar “ Meleküt Âlemi” dir.
Yâni Ruhlara mahsus bir âlem..
Maddenin ve dış yapının sözü edilmeyen âlem…
Bu arada O ağacın, damarlarında akan su aklımıza gelebilir.
Ki O ağacın çiçekleri o su sayesinde açar..
Meyvelerini  osu olgun edip verir..
İşte O ağacı bu hâle getiren suyun mânâsını sorabilirsiniz..
Mânâsını anlamak isterseniz..
Hemen diyelim:
İşte bu” Ceberut Âlemi” dir.
Ve:
كُنْ - Kün! Ol! ” Emrindeki sırdır..
Yâni, İsim ve Sıfatların Zât adına-namına işler gördüğü Âlem…
Sonra bu Ağacı bir duvar kuşattı..
Sakının haa!..
“Bu Ağaç” deyince basit bir ağacı aklınıza getirmeyesiniz!
Yeri, göğü, boşluktakileri ve diğer yaratılmışları hep birden tahayyül edin ve bir ağaç yapın!
“İşte bizim Ağacımız budur!”
Ve Bu Ağaca hudut çizildi..
Onun rüsumu vardır..
Onun hadleri, cihetleridir..
Ki onun bu cihetlerini:
“Alt-Üst, Sağ-Sol, Ön-Arka.. Yâni altı yön.. Şeş Cihet..”
Şeklinde târif edebiliriz..
Bir şey ki en yücedir..
Yâni, Âlâdır…
İşte o şey: Onun için en son huduttur..
Ve bir şey ki en alt derecededir..
Yâni, Esfel..
İşte o şey de: Onun için en salt huduttur..
O Mukaddes Ağacın;
Resmi belli cisimlerine,
Önde bulunan emlâk, eflâk, ahkâm ve bazı cismi görünen şeylere,
Onun varlığına delil sayılan alâmetlere,
 Ve izlere gelince..
Ki bunları da şöyle anlatabiliriz:
Yedi kat sema; bir gölgelik mesafesindedir ki bunları O Ağacın yaprakları saymak icâb eder..
Doğuşta ve Ona aydınlık vermekte yıldızları afâkta açan çiçeklere benzerler..
Gece ve gündüze gelince; Onun için iki çeşit aynı örtü sayılır ki:
Biri siyahtır..
Öbürü de beyaz…
Siyah örtüye büründüğü zaman, gözlerden nihan olur..
Beyaz örtüye bürünmekle de, Ondaki güzelliklere bakıp görmek isteyenlere aydınlık verir..
Tecellî eyler ve görünür…
Arş O Ağaç için bir mal ambarı ve silah deposu gibidir..
Kendisi için, her ne ki gerek oradan temin eder…
Ve o Arş’ta bu Mukaddes Ağacın seyisleri ve hizmetçileri vardır…
Hasılı, bütün bu olup biten ve Bu Ağaca gelen işler, O Arş’tan gelir.. 
O Ağacın bir kısmı olan melekler her hâlükârda O Arş’a yönelirler..
Ki bunu şu Âyet-i Kerîmenin mânâsından anlıyoruz:
       “Görürsün ki: Melekler Arş çevresini kuşatmışlar..”  (Zümer 39/75)
Ki böylece ihtiyaçlarını o yüce hazineden temin ederler..
Teveccühleri orayadır..
Arş’ ın etrafını sararlar ve çevresinde dönerek tavaf ederler..
Nerede bulunurlarsa bulunsunlar dâima O Arş’ ın yönünü gösterirler…
Her ne zaman ki bu Kâinât Ağacında bir hâdise meydana geldi,
Yahut başlarına tepeden inme bir iş geldi hemen dilek ellerini Onun Arş’ ı cihetine açarlar..
Yaptıkları bir hata varsa aff dilerler..
Çünkü dileklerini arz edecek başka bir makam yoktur.
Sebebine gelince:
O Ağacı yaratan Zât’ın belli bir ciheti yoktur ki oraya işaret edile!..
Malûm bir mekânı yoktur ki oraya  gidile!..
Bir keyfiyeti yoktur ki onula anlaşıla!..
Durum bu olunca:
Şâyet Onun hizmetine kıyam için Arş, onların yöneleceği bir yön olmasaydı..
Teveccüh edecek bir makam bulamazlardı…
…Ve bütün talepleri, şaşkınlık ve dalâletle sona ererdi..
Hakk’ın her işinde bir değil, binlerce hikmet saklıdır.
Meselâ;
Arş’ ı vücûda getirmesindeki hikmet, kudretini izhardır.
Zât’ına bir mahal-yer olsun diye değil!..
Sonra mevcûdatı yaratmasındaki hikmet de, bir ihtiyacına mebni değildir.
Ancak, İsim ve Sıfatlarının izharı içindir..
Düşün ki O’nun bir ismi de “El Gafûr” dur..
Elbette bu isme bir zuhur yeri gerek..
Dolayısıyla mağfirete uğrayacak bir varlık lâzım..
O’nun bir ismi de “El Rahîm” dir..
Bunun gereği de rahmettir..
Elbette bu sıfat için de rahmete uğrayacak bir varlık lâzım..
Kezâ, “El Kerîm” de O’nun bir sıfatı..
Bu sıfat için de bir varlık gerektir ki, kerem göre...
İşte varlığın yaratılmasındaki hikmet, bu sıfatların ve diğer isimlerin tecellîsini sağlamaktadır…
Hasıl-ı kelâm bu Kâinât Ağacı’dır..
İşleri meyveleri…
Gerek insanlar gerekse işleri değişiktir..
Esmâ ve sıfatları sayısı kadar..
Tâ ki her bir isim ve sıfatın gereği yerine gelsin..
Şöyle anlatmak da mümkün:
El Gafûr ismini sırrı zuhura gelsin..
Günahkârlar için mağfiret olsun!..
İyilik edenler rahmete nail olsun..
Tâat sahipleri fazilet bulsun..
Asîler de “El Âdl” Sıfatının tecellî şeklini görsün..
Mü’minler nimete ersin..
Kâfirler cezalarını çeksin..
Bütün bunlarla anlatılmak istenen odur ki;
Yüce Allah, icâd  edip meydana getirdiği şeylerle birleşmekten,
Ama onlardan uzak olmaktan da..
Kezâ onlarla bitişmek ve ayrılmaktan da..
Münezzehtir..
Hem de Mukaddes…
Bu Kâinât yok iken de O var idi..
Yâni, O var idi..
Ama bu Kâinât yok idi…
Sonra Kâinâtın varlığı O’na bir fazlalık getirmemiştir..
Yokluğu da O’ndan bir şey götürmez…
Önce ne idiyse..
Şimdi de öyledir…
O Yüce Allah, Kâinâtla ne birlikte idi ve ne de ayrı…
Anlamaya çalış!..
Ne Kâinâtla birleşiktir..
Ne de ayrı…
Çünkü vuslat ve ayrılık, Hüdus Sıfatı icâbıdır..
Kıdem Sıfatının değil…
Sonra ittisal ve infisal bir başka yere intikali gerektirir..
İrtihal ise bir hâlden başka bir hâlde geçmektir..
Zevâl bulmaktır..
Tagyirdir..
Tebdildir…
Onlar kemâl Sıfatı sayılmaz..
Halbuki Cenâb-ı Hakk’ı, cümle eksik-noksan sıfatlardan tenzih ederiz..
 
Sonra O yücedir..
Zalimlerin dediği ve kâfirlerin isnadı O’na ulaşmaz..
Çünkü O çok büyüktür..
Yüceliği için bir sınır yoktur..
Ulvîdir..
Kebîrdir..
Biraz da Levh-i Mahfuz’dan ve Kalem’den bahsedelim:
Açıklanan Kelimler :
İblis : İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan. (Bak: Hannas, Şeytan)
Lânet : Nefret. Tiksinti. Allah'ın rahmetinden mahrumiyyet
Safha : Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri. * Yazılmış ve yazılabilir sahife.
Timsal : Resim, suret, sembol, nümune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek. Heykel.
Tefrid : Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma.
Sayebân : Gölgelik. Büyük çadır. Şemsiye. * Mc: Koruyan, himaye eden.
Mahdud : Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
Zümre : Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins.
Bâb : Kapı. * Kısım. * Mevzu. * Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. * Hususi madde. * Sığınacak yer. * İş. * Şekil. * Tövbe.
Gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.
Mukarrebun : Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar.
Yakîn : Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn
Cânib : f.Yan, yön. Cihet, taraf. Yüksek taraf.
Sabikun : (Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler.
Meleküt: Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi.
Ceberut: Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.
Tahayyül : (C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ)
Cihet : (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
İcâb : Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz.
Nihan : f. Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen.
Teveccüh : Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme. * Mânen üzerine düşme. * Ait olmak. * Hoşlanmak. * Sevgi, alâka.
Mebni : Yapılmış. Kurulmuş. * Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak. * ... den dolayı... e binâen. * Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.
İcâd : Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek. (Bak: İbda')
Hüdus : Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.
İttisal : Ulaşmak. Bitişmek. * Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.
İnfisal : Olduğu yerden ayrılma. Yeni bir fasıla geçme. * Yerini bırakıp gitme. * Azledilme.
İntikal : Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
İrtihal : Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Nakl-i mekân etmek. * Ölmek.
Zevâl : Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.
Tagyir : Başkalaştırma. Değiştirme. Bozma. * İyiden kötüye değiştirme.
Tebdil : Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
Ulvî : (Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub.
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
       “Ve iz kulna lil melaiketiscüdu li ademe fe secedu illa iblis, eba vestekbera ve kane minel kafirin : Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (Bakara 2/34)
قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلاَّ تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَاْ خَيْرٌ مِّنْهُ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ
       “Kale ma meneake ella tescüde iz emartük kale ene hayrum minhhalakteni min nariv ve halaktehu min tiyn : Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.” (A’raf 7/12)
فَكُبْكِبُوا فِيهَا هُمْ وَالْغَاوُونَ
وَجُنُودُ إِبْلِيسَ أَجْمَعُونَ
       “Fe kübkibu fihahüm vel ğavun :  Artık onlar, o azgınlar ve İblis orduları, toptan oraya tepetaklak (cehenneme) atılırlar.”  (Şuara 26/94-95)
ِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
       “İnneni enallahü la ilahe illa ene fa'büdni ve ekimis salate li zikri : Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl. “ (Tâ Hâ 20/14)
وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَـذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ
       “Ve kulna ya ademüskün ente ve zevcükel cennete ve küla minha rağaden haysü şi'tüma, ve la takraba hazihiş şecerate fe tekuna minez zalimin : Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.”   (Bakara 2/53)
قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
       “Kala rabbena zalemna enfüsena ve il lem tağfir lena ve terhamna lenekunenne minel hasirin : (Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf 7/23)
فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
       “Fe telekka ademü mir rabbihi kelimatin fe tabe aleyh, innehu hüvet tevvabür rahiym : Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” (Bakara 2/37)
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
       “Ve iz ehaze rabbüke mim beni ademe min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm ala enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu bela şehidna en tekulu yevmel kiyameti inna künna an haza ğafilin : Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.” (A’raf 7/172)
فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
       “Fatirus semavati vel ard ceale leküm min enfüsiküm ezvacev ve minel en'ami ezvaca yezraüküm fih leyse ke mislihi şey' ve hüves semiul besiyr : O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûrâ 42/11)
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى
       “Allahü la ilahe illa hu lehül esmaül hunsa” (TâHâ 20/8)
ُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
       “Huvallahulleziy la ilahe illa huve elmelikulkuddususselamul mu'minul muheyminul 'aziyzul cebbarul mutekebbiru subhanallahi 'amma yuşrikune. : O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üsündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Haşr 59/23)
قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
       “Kul ley yüsiybena illa ma ketebellahü lena hüve mevlana ve alellahi fel yetevekkelil mü'minun : De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” (Tevbe 9/51)
وَتَرَى الْمَلَائِكَةَ حَافِّينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَقُضِيَ بَيْنَهُم بِالْحَقِّ وَقِيلَ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
       “Ve teral melaikete haffine min havlil arşi yüsebbihune bi hamdi rabbihim ve kudiye beynehüm bil hakki ve kiylel hamdü lillahi rabbil alemin : Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve «alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun» denilmiştir.” (Zümer 39/75)

Şeceretü’l- Kevn-3
Biraz da, levh-ü mah'fuzdan ve kalemden bahsedelim.
Allah-ü Teâlâ, “Levh”i ve “Kalem”i, bir sultanın ki­tabı menzllesinde kıldı..
Yani: Anayasası.
Ve.. onda yazılanlar, onun hükümleri mesabe­sindedir..
Sonra.. Onda olanlar kendi hükmüdür..
Müb­rem işleridir.
Onun içinde; yeniden icad edeceği şeyleri de vardır; idam edip yok edeceği şeyler de..
İyiliği ve ihsanı da onda vardır.
Kezâ sevabı ve intikamı da..
Sonra..
Sidre-i Müntehayı yarattı..
İşbu Sidre-i Münteha, tafsilini yaptığımız ağacın dallarından biridir.
O Sidre-i Müntehanın altında, hizmetine kaim olanlar kalır..
Bir de, hükmünü infaza memur olanlar..
Orada bulunan vazifelilerin bir işi de bu Kâinât Ağacında hasıl olan meyveleri Hakka arzet­mektir.
Hatta, o ağaçta duran bazı işleri de..
Ki bunlar saymakla bitmez..
Sonra..
Sultanın kitabından bir nüsha asılı olarak oraya bırakıldı..
Ki bunun adına: “Levh-ü Mahfuz” derler..
Bu kâinât ağacında ne zuhur ederse etsin..
Katiyen Sidre-i Müntehayı aşamaz.
O zuhur eden şeyler: Yok olmak, var olmak, artık, eksik.. cinsinden olabilir..
Bütün bu işlerin, Sidre-i Münteha’yı aşamayışında bir sebep var..
Çünkü, herbirinin belli bir yeri vardır orada..
O makamdan belli bir hazzı vardır..
Resmen çizilmiş bir sınırı vardır..
İşte.. bunun tasdikini yapan bir Âyet-i Kerîme:
       “Bizden, herbirimizin ayrı ve belli bir yeri vardır..”   (37/164)
Bu ağacın meyvelerinden ne olursa, olsun; üs­tün veya düşük; büyük, küçük, hakir veya kıymet­li; az veya çok..
Bunların her biri için, o sultanın kitabında yer vardır..
       “Küçük büyük hiç birini bırakmamış; hep­sini sayıp dökmüş..” (18/49)
Meâline gelen Âyet-i Kerîme, sözümüzü doğ­rular ..
Kitabındaki hükümleri gereğince Sultan, bü­tün bu ağacın meyveleri için iki hazine  yaptı.
Biri, cennet, öbürü de, cehenne . ve:
“ Bunları, alın; saklayın!..” emrini verdi..
Ondan çıkan, temiz meyve olduğu takdirde; yeri cennet olur..
Yani: Cennet hazinesine girer..
İşte.. Âyet-i Kerîme:
       “Öyle değil.. iyilerin kitabı elbette İLLİY­YİN dedir.” (83/18)
Sonra..
Bu Kâinât Ağacı dallarından gelen han­gi meyve ki habistir..
Şüphesiz onun yeri de cehennemdir..
Bunu şu Âyet-i Kerîmenin meâli bize bildirir:
       “Öyle değil.. Elbette, kötülerin kitabı SiC­CiN, dedir.” (83/7)
Cennet:
        “Ashab-ı Yemin..” (56/8)
Meâline gelen Âyet-i Kerîmede târif edilen saadet ehli sağcıların evidir..
Bu evin bulunduğu yere gelince; onu da, şu Âyet-i Kerîmeden anlayabiliriz:
       “Turun sağ cânibinde..” (19/52)
... Ve çeşitli Âyet-i Kerîmelerin işaretine göre; o: Pek mübarek bir ağaçtan mamuldür.. sonra o:
Hem pâk, hem de temizdir. .
Evet..
Cennetin durumu bu..
Cehennemin durumuna gelince..
O da:
       “Ashab-ı Şimâl..” (56/9)
Meâline gelen, Âyet-i Kerîme ile belirtildiği gibi, şekavet ehli solcuların yeridir..
Ki bunun. yapısı da:
       “Kur’ânda lânetle anılan ağaç..” (17/60)
Meâline gelen, Âyet-i Kerîme’de belirtilen o, lânetli ağaçtan yapılmıştır..
Dünya, mevzu’umuz olan ağacın çiçeklerinin teşhir yeridir..
Ama, birer vedia olarak..
Yani: Ema­net..
Yani: Geçici..
Âhirete gelince..
Onun, yâni: Kâinât Ağacı meyvelerine birer karargâhtır..
Ama emaneten değil..
Ebedî, daimi..
Bu Kâinât Ağacının etrafını bir duvar sardı..
Ki buna:
Kudret sarması, kuşatması..
Adı verilir..
Çünkü Allah-ü Teâlâ herşeyi –zatı ve sıfatı ile- kuşatmıştır..
Daha sonra..
Allah-ü Teâlâ, o Kâinât Ağacı için bir daire çizdi..
Bu dairenin adı da: İrade dairesidir..
Ki bu mânâ da çeşitli Âyet-i Kerîmeler­de tecellî eder;
Ki o:
       “O arzu ettiğini yapar.. Ve dilediği hükmü vermekte serbesttir..” (3/40 - 5/1)
Vaktaki bu Kâinât Ağacı kökü itibarı ile yerleşti..
Dalları da sübut buldu: önü ile sonunu birleştirdi.., ,                      
... Ve iş böylece; bir sonuç olarak:
        “Taa Rabbına vardı..” (79/44)
... Ve iş,başlama noktasına ulaştı..
Yani:
كُنْ - Kün! Ol! ”
Emri ile başladı.. Ve:
فَيَكُونُ-YEKÜN'U (OLUR)..
Emri ile nihayete erdi..
Ki bu garipsenecek bir iş değildir..
Bir işin başında:
“Kün! Ol! ”
Emri olunca..
Hele bir de bu emir hükmü ge­çer bir zattan gelirse..
Sonu elbette:
OLUR..
Şeklinde biter..
Bu Kâinât Ağacı, dal budak ve ekiliş itibrı ile ne kadar çeşitli olursa olsun; aslı daima bir­dir..
Değişmez..
Ki bu bir olma işi:
“Kün! Ol! ”
Kelimesinin tohumuna göredir.
Kezâ sonu da yine bir racidir..
Ki o da:
“Kün! Ol! ” .. emridir.
Ki bu belki de; yokluk babında bir:
“Kün! Ol! ”
Olacaktır..
Bütün bu anlatılanlar; senin için çok dikkate değer şeylerdir..
Şayet birşeyler anlamak ister ve basiret  gözü­nü kullanırsan..
Pek mânâlı şeyler göreceksin..
Mesela: Göreceksin ki..
Tuba Ağacı, Zakkum Ağacına bağlıdır..        
Mesela: Hak yakınlığı nesiminin serinliği sam yeline karışmış durumdadır..
Meselâ : Vuslat semâsıının gölgesi; kapkara du­mandan, bir gölgeye karışıktır..
Hasılı, herkes nasibini yer..
Başka türlü ola­maz..
Bir kimse bakarsın ki; ağzı mühürlü kâsesin­den içer..
Bir başkası da, içmesi elzem olan neyse.. ondan içer.
... Ve bu iki zümre arasında mahrum olan da vardır..
Vaktaki bu vücut çocukları, Hazret-i Hakk’ın yok gösterdiği âlemden gelip vücut buldular:
Üzer­lerine kudret nesimleri esmeye başladı..
... Ve onları, hikmet lâtifeleri besledi..
...Ve Hakkın çeşidi çok işlerini; irade bulutla­rı onların üzerine yağdırdı..
İşbu tatlı esen nesimi rüzgâr, letaif gıdası ve irade yağmuru..
Üçü bir araya gelince:
Bu Kâinât Ağacı'nın her dalı, ezelde kendisine düşen nebatı bitirmeye başladı..
Sonra..
Tabiatı icâbı; meyvesine, hastalık ve sağlık kondu..
Bu kâinât tümden iki unsurdan meydana gel­miştir.
Ve.. Bu iki unsur da:
“Kün! Ol! ”
Emrinden meydana gelmiştir..
İşbu iki unsurun biri zulmet, diğeri de nurdur..
Cümle hayır, nurdan gelmektedir..
Şerrin de tümü, zulmetten çıkar..
Melekler topluluğu, nur unsurundan meydana gelmiştir.
Bu sebeple, onlardan sadece hayır gelir..
       “Allah’ın kendilerine emrettiği işlerde asî gelmezler..» (66/6)
Şeytan topluluğu ise; zulmet unsurundan ya­ratıldı..
Bu yüzden bunlar, sadece şerre alettir..
Âdem ve oğullarına gelince..
Bunların çamurundan hem zulmet vardır; hem de nur..
İşbu sebeple, bunların terkibinde:
Hem hayır vardır :
Hem de şer..
Hem menfaat vardır;
Hem de mazarrat..
Sonra..
Onun zatı; mârifete ve nekreye kabili­yetlidir.
Yani: Aslını bulmaya ve yitirmeye..
Hasılı, hangi maye kendisine galip gelirse.. ona mensup sayılır.
Şayet onun; yani insanoğlunun nur mayesi; zuImet mayesine galip gelirse..
Ve bunun bir sonu­cu olarak ruhaniyeti cismaniyetini alt ederse..
Me­leklerden daha faziletli olur..
Feleki geçer.. ötelere gider..
Tam bunun aksine; insanoğlunun mayesinde­ zuImet galip gelirse..
Cismaniyeti ruhaniyetini ör­terse..
O zaman, sadece şeytana tafdil edilir..
Yani şeytandan biraz üstün olur..
Halbuki öbürü melek­lerden üstündü..
Bu, melekten üstün olmaz..
Şeytandan da aşa­ğı düşmez…
Vaktaki Allah-ü Teâlâ:
“Kün! Ol! ”
Emri toprağından Âdem'i yaratmak için bir avuç aldı.
Hemen sırtını sığadı..
Ta ki, temizler, kirliler­den ayrıla..
İşbu ameliyeden sonra..
Ashab-ı Yemin olan­lar; yani, saadet ehli sağcılar Âdemin sırtından çı­kıp sağ yanı tuttular.
Kezâ; Ashab-ı Şimâl olanlar da, sol canibe geç­tiler..
Ki bunlar, şakavet ehli solculardır..
Tek kişi, murad olan şeyden ayrılmadı..
Hatta arzu edilen yanın aksine meyil bile edemedi..
        
Bu anlatılanları dinledikten sonra..
Her kim kalkar da:
“Niçin böyle oluyor?” derse..
Şüphesiz bu sualinde hata etmiş olur..
Bu hatanın sebeblni öğrenmeki  aşağıda anlatılanları iyi anlayarak okumak icap eder.
Bu Kâinât Ağacı üzerinde işlem yapan zat, ki onun bu işlemi taa:
“Kün! Ol! ”
Emri tohumuna kadar ulaşır..
İşbu işlemi yapan zat; onun mayesinde unsu­ru sıktı..
Yayıkta salladı..
Taa zübbesi ve özü meydana çıkıncaya kadar..
O bununla da yetinmedi..
Sonra O süzüleni de yeniden süzdü..
Posası falan kalmadı..
Ne zaman ki o, bu ameliyeyi yaptı:
İşin özü ortaya çıktı.
Bundan sonra..
O öze, hidayet nurundan aktı.
. .. Ve böylece onun cevheri zuhura geldi..
Bununla yetinmedi; daha sonra onu, rahmet denizine daldırdı..
Ta ki, bereketi umuma şâmil olsun.
İşte.. bütün bu ameliyelerden sonra, ondan Peygamberimiz Muhammed (s.a.v) Efendimizin nu­runu yarattı.
Sonra onu, Mele-i Âlâ nuru ile süsledi..
Ta ki, aydınlığı çok olsun ve yükseldikçe yük­selsin..
Sonra..
İşbu nuru, her nurun aslı kıldı..
Durum böyle olunca, o nur, yazılış ve plân iti­barı ile başta gelir..
Ama zuhur sona kalmıştır baş­ka.. .
Yayılma ve dağılma itibarı ile, hepsinin önderidir.
Sürûr yönünden de müjdecileri.
... Ve.. güzellik tacını da, başlarına giydiren..
O, Hakkın üIfet defterinde, bir güzel vedia gibi durur..
Ve Hakkın ünsiyet cennetinde karargâhını kuran ve onun Zâtî ünsiyeti ile bir olandır..
Onun ruhaniyet mânâsını, cismaniyeti ile ka­padı..
Şuhud Âlemini de bu Vücut Âlemi ile örttü..
İyi düşün ki o, özene özene bu kâinâtın için­den çıkarılmıştır.
... Ve kâinât onun için yaratılmıştır..
Bunun nedeni de şu mânâdan anlaşılabilir ki:
Allah-ü Taâlâ, bu kâinâtı yaratırken, onlar üzerin­de gücünü göstermek için yarattı..
Onlara ihtiyacı olduğu için değil..
Allah-ü Teâlâ’nın bu kâinâtı yaratmasındaki hikmeti; suyun ve toprağın sûretini izhardır..
Düşün ki, Allah-ü Teâlâ. yarattıklarını yara­tırken ve bu mevcudatı meydana getirirken, hiçbir şey için:
       “Ben, yeryüzünde bir halife kılacağını..” (2/30)
Demedi..
Bu şerefe hiçbir şey nâil olmadı;
Âdemlik varlığından başka..        
        
Onun insan vücudunu meydana getirmesinde­ ki hikmet; ancak Peygamber (s.a..) Efendimizin şe­refini izhardır..
Çünkü bu cesetlerin meydana gelmesindeki hikmet onun vücududur..
Ki, kenziyet kâfi zuhur bulsun..
Yani:
      “Ben bilinmeyen gizli bir KENZ idim ”
Ya­ni: HAZİNE..           
Bu yaratılmışIardan beklenen; kendisini yara­tana karşı mârifet sahibi olabilmektir..
İşbu mârifet için tahsis edilen en güzide var­lık, Efendimiz Muhammed (s.a.)'in kalbidir.
Mârifet, tümden tasdik ve iman olunca..
Resûlullah (s.a.) Efendimizin mârifeti de sırf müşâhe­ ve âyan olunca..
Arada ne kalır..
Mârifet halini bulanlar, onun nuru ile buldu­lar.
Ki bunun böyle olduğuna hiç şüphe yoktur; sonra.. diğer yaratılmışlar da onun faziletini itiraf etmişlerdir..
Bu cihanın yaratıcısı, Hazret-i Resûlü (s.a.):
“Kün! Ol! ”
Emri çekirdeğinden meydana getirdi.
       “O bir ekine benzer ki; filizini yarıp çıkar­ iniş ve gittikçe kökünü kuvvetlendirmiştir.” (48/29)
Meâline gelen Âyet-i Kerîme de yine onu an­latır..
Ki bu kuvvetlendirme işini, onun ashabı va­sıtası ile yapılmıştır..
Sonra:
       “Onu kalınlaştırdı..” (48/29)
Cümlesi gereğince, zatına yakınlığı ile ona kuvvet vermiştir.
       “Kökü üzerine yükselmiştir..” (48/29)
Derken, onun sıhhatli bir zevke sahip olduğu­na işaret edilmiştir.
Sonra da şevke ve içli arzuya..
Vaktaki bu Muhammedi Ağacın gövdesi zuhu­ra geldi ve yükseldi..
Ve o ağaç yaprak verdi; büyüdü..
Sonra.. kabul bulutları, çevreden kayarak gel­di ve onun başını bürüdü..
İşte o zaman, onun var­lığı tam olarak meydana çıktı.
Böylece bütün yara­tılmışlar, onun zuhuru ile müjdeler aldı, verdi..
İnsan ve cin tayfası onun varlığı ile sevince gark oldu..
Onun kudumu ile, Kâinât baştanbaşa kokula­ra büründü.
Onun doğumu ile putlar, yerle bir oldu..
Onun bi'seti ile de, dinlerin eski hükmü men­suh oldu..
Kur’ân sırf onun tasdiki için nâzil oldu..
Kâinât Ağacı onun aşkına coştu.. taştı.. oy­nadı..
Sonra.. onda bulunanlar da, harekete geçti..
Ama hepsi.. renkler.. renkler ve bayramlıklar.. uçtu.. uçtu..
        
Bu Kâinât Ağacı'ndan kopan birtakım kim­seler, Şimâl Ehli oldu..
Yani solcu..
Yani solak..
Ya­ni, saadet ehlinin aksi..
Vaktaki risalet rüzgârı esmeye başladı.
Ki o risalet müjdesini şu Âyet-i Kerîme getirdi:
       “Seni ancak alemlere rahmet olarak gön­derdik..” (21/107)
İşbu nesimi havayı, tanı bir lütuf ve rahmet eseri olarak:
       “Kendileri için bizden iyilikler alan..”  (21/101)
Meâlini taşıyan Âyet-i Kerîmedeki mânâ gere­ğince tatlı tatlı kokladılar..
... Ve hoş bir rahatlıkla, o havaya doğru mey­lettiler..
Açıklanan Kelimler :
Sidre-i Münteha : Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.
Tafsil : Etraflı olarak bildirmek. * Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.
İnfaz : Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme. * Aldığı emre göre birisini öldürme. * Öte tarafa geçirme.
İlliy­yin : İlliyyun. (İlliyyîn) (Aliyyu. C.) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir.
Sic­cin : Sert, şiddetli olan şey. * Dâim olan. * Fâsık ve fâcirlerin amel defterlerinin konulduğu yer. * Cehennemde bir vâdi'nin adı. Fâcirlerin ruhunun gittiği yer.
Şekavet : Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık.
Teşhir : Göz önüne serme, gösterme. Sergi serip âleme ilân etme. * Meşhur ve nâmdâr kılmak. * Kılıç sıyırma.
Vedia : Emanet.
Vücud : Varlık. Var olmak. Bulunmak. * Cesed, cisim, ten, gövde.
Maye : Damızlık. * Esas. Temel. * Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde. * Para, mal. İktidar. Güç. * İlim. * Dişi deve.
Ashab-ı Yemin : Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için çalışanlar ve bunlara taraftar olanlar. Sağlam ve helâl dâiresinde çalışan kimseler. Cennetlik olanlar.
Ashab-ı Şimâl : Amel defterleri sol taraflarından verilecek olan cehennemlik kimseler. Solcular.
Mele-i Âlâ : Kerrubiyyun ve melâike cemaati. En yüksek hey'et. Melekler âlemi. Felekler ve unsurlar.
Kudum : Uzak ve uzun bir yoldan gelmek. * Ayak basmak. * İleri geçmek. İlerilik.
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
وَمَا مِنَّا إِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَّعْلُومٌ
      “ (Melekler şöyle derler:) Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır. Şüphesiz biz, orada sıra sıra dururuz ve şüphesiz Allah'ı tesbih ederiz.”   (Sâffât 37/164-166)
كَلَّا إِنَّ كِتَابَ الْأَبْرَارِ لَفِي عِلِّيِّينَ
      “Hayır! Andolsun iyilerin kitabı İlliyyûn'dadır.”    (Mutaffifîn 83/18)
كَلَّا إِنَّ كِتَابَ الفُجَّارِ لَفِي سِجِّينٍ
      “Doğrusu günahkârların yazısı, muhakkak Siccîn'de olmaktır.”    (Mutaffifîn 83/7)
فَأَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ
      “Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!”   (Vakıa 56/8)
وَنَادَيْنَاهُ مِن جَانِبِ الطُّورِ الْأَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِيًّا
      “Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık.”   (Meryem 19/52)
وَأَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ
      “Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar!”   (Vakıa 56/9)
وَإِذْ قُلْنَا لَكَ إِنَّ رَبَّكَ أَحَاطَ بِالنَّاسِ وَمَا جَعَلْنَا الرُّؤيَا الَّتِي أَرَيْنَاكَ إِلاَّ فِتْنَةً لِّلنَّاسِ وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ فِي القُرْآنِ وَنُخَوِّفُهُمْ فَمَا يَزِيدُهُمْ إِلاَّ طُغْيَانًا كَبِيرًا
      “Hani sana: Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur'an'da lânetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.”  (İsrâ 17/60)
قَالَ رَبِّ أَنَّىَ يَكُونُ لِي غُلاَمٌ وَقَدْ بَلَغَنِيَ الْكِبَرُ وَامْرَأَتِي عَاقِرٌ قَالَ كَذَلِكَ اللّهُ يَفْعَلُ مَا يَشَاء
      “Zekeriyya: Rabbim! dedi, bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre benim nasıl oğlum olabilir? Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir; Allah dilediğini yapar.”   (Âl-i İmrân 3/40)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَوْفُواْ بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُم بَهِيمَةُ الأَنْعَامِ إِلاَّ مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ
      “Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getiriniz. İhramlı iken avlanmayı helal saymamak üzere (aşağıda) size okunacaklar dışında kalan hayvanlar, sizin için helâl kılındı. Allah dilediğine hükmeder.”  (Mâide 5/1)
ِلَى رَبِّكَ مُنتَهَاهَا
      “Onun nihaî ilmi yalnız Rabbine aittir.” (Nâziât 79/44)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
      “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.”  (Tahrîm 66/6)
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
      “Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.” (Bakara 2/30)
لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
      “Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir.” (Fetih 48/29)
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
      “(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107)
إِنَّ الَّذِينَ سَبَقَتْ لَهُم مِّنَّا الْحُسْنَى أُوْلَئِكَ عَنْهَا مُبْعَدُونَ
      “Tarafımızdan kendilerine güzel âkıbet takdir edilmiş olanlara gelince, işte bunlar cehennemden uzak tutulurlar.” (Enbiyâ 21/101)
 Şeceretü’l- Kevn-4

'A'oozu Billahi Minash-shaitanir Rajeem bismillaharrahmanarrahim

'A'oozu Billahi Minash-shaitanir Rajeem bismillaharrahmanarrahim

Ayat-ul-Kursî.]—
Allah! There is no deity except He, the Ever Living, the One Who sustains and protects all that exists. Neither slumber, nor sleep overtake Him. To Him belongs whatever is in the heavens and whatever is on earth.
Who is he that can intercede with Him except with His Permission?
He knows what happens to them (His creatures) in this world, and what will happen to them in the Hereafter .
And they will never compass anything of His Knowledge except that which He wills. His throne extends over the heavens and the earth, and He feels no fatigue in guarding and preserving them. And He is the Most High, the Most Great.


Allahu laa ilaha illa huwa, Al -Haiy ul-Qaiyum La ta'khudhuhu sinatu wa la nawm lahu ma fis -samawati wa ma fil-'ard Man dhal-ladhi yashfa'u 'indahu illa bi-idhnihi Ya'lamu ma bayna aydihim wa ma khalfahum wa la yuhituna bi shai'im min 'ilmihi illa bima sha'a Wasi'a kursiyuhus-samawati wal ard wa la ya'uduhu hifdhuhuma wa Hu wal 'Aliyul-Adheem

In the name of Allah, The Most Kind, The Most Merciful.


Quran 113:0
In the name of Allah, The Most Kind, The Most Merciful.
Say, “I seek refuge in (Allah) the Lord of the Daybreak.”
“From the evil (deeds) of that (creation) which He (Allah) created.”
“And from the evil (deeds of other people) when night time comes (and I am asleep unable to protect myself).”
“And from the evil (deeds) of those (people) who blow on knots (and call on Satin .Shaitan) to help them to cause harm)."
“And from the evil (deeds) of the jealous person when they become envious (and they try to cause harm).”


Quran 114:0
In the name of Allah, The Most Kind, The Most Merciful.
Say, “I seek refuge in (Allah) the Lord of (all) humans.”
“The king of (all) humans.”
“The Allah of (all) humans.”
“From the evil of the retreating whisperer (Satin.Shaitan) who whispers evil suggestions ,( but disappears when people remember Allah).”
‘Who whispers (evil suggestions) into the hearts of humans.”
“(Promoting evil) from among (both) the jinn and humans.”

Oh our Sir, do not condemn us, we are forgotten or we make a mistake! Oh our Sir, do not impose on us load, like which you imposed on our ancestors! Oh our Sir, do not overload us with what we cannot support! Tolerate us! Forgive us! Have compassion of us! You are our Protector! Grant to us the victory on the incredulous ones!


"Laa ilaaha ill-Allaah wahdahu laa shareeka lah, lahu'l-mulk wa lahu'l-hamd wa huwa 'ala kulli shay'in qadeer (There is no god except Allaah Alone with no partner or associate; His is the Sovereignty and His is the praise, and He is Able to do all things)"
Amin amin amin



O JARDIM - THE GARDEN



O JARDIM

Ao nascer, recebemos um jardim para cuidar, já com muitas sementes, que noscabe apenas regar, cuidando com carinho de cada canteiro.No canteiro do Amor, nascem os mais belos sentimentos, como a solidariedade,o afeto, a ternura e uma linda flor vermelha, chamada de solidariedade.No canteiro da esperança, nascem os sonhos, a perseverança, os desejos daalma, que bem regados, rendem muitos frutos, chamados de "realizações".No canteiro da alegria, flores lindas que sorriem para a vida, sãoconhecidas como "motivação", "boa vontade" e "persistência", sendofundamentais para a continuidade do nosso jardim.Mais ao fundo, um canteiro impressiona pela altura das flores, é o canteiroda fé, regado com orações e atitudes regeneradoras, sobem até o céu, emuitas das flores tocam os pés dos anjos, que tudo ouvem nas nossasplantações.Muitos cuidam do canteiro com trabalho incessante, vigiando os pensamentos,regando constantemente o amor, a alegria e a esperança, sempre com desejosincero de mudar para melhor.Assim, as flores crescem sempre fortes, lindas e mesmo diante dastempestades, próprias da vida, resistem ao tempo e as dificuldades,tornando-se cada vez mais belas.Outros, se perdem em lamentações, gastando o precioso tempo em divagações.Pensam nas plantas que poderiam ter e não tem, naquelas que já tiveram eperderam, nas belas plantas do vizinho, e vão se descuidando do jardim,deixando as ervas daninhas tomarem conta dos canteiros.Assim, plantas destruidoras como o ódio, a inveja, a calúnia, a preguiça, as paixões,
o desrespeito, entre outras pragas, vão tomando o lugar das flores, e vamos nos
tornando pessoas amargas, insensíveis, amarguradas, tristes e doentes.O jardim da vida são os seus pensamentos, o regador seus sentimentos e asemente, a fé.O jardineiro é você, a terra, a própria vida, a água é Allah (swt), fonte de toda avida, que está dentro de você, e em todos os lugares em forma de energia.Seja você, o próprio jardim de Deus, cuide dos seus canteiros, regue todosos dias com amor, esperança e fé.Eu acredito em você.
Cid Pimentel
F.M.J.

adaptado por Suleyman


The GARDEN
While being born, we receive the garden you it take care, already with much seeds, which noscabe it hardly will water, taking care affectionately of each flowerbed. In the flowerbed of the Love, the most beautiful feelings plows born, like the solidarity, the affection, the gentleness and the lovely red flower called of solidarity. In the flowerbed of the hope, there joy plows born the dreams, the perseverance, the wishes daalma, what watered well, bring many results called of " realizations in.No flowerbed of the, lovely flowers that smile will be the life, sãoconhecidas like "motivation", " good will " and "persistence", sendofundamentais will be the continuity of our garden. Live you it the bottom, the flowerbed impresses will be the height of the flowers, he is the canteiroda faith, watered with prayers and regenerative attitudes, they rise up you it the sky, emuitas of the flowers they touch the feet of the angels, who completely hear in the nossasplantações. Many people take care of the flowerbed with incessant work, watching the thoughts, always watering constantly the love, the joy and the hope, with desejosincero of changing will be better. Only, the flowers always grow strongly, lovely and even before dastempestades, own of the life, stand the test of team and the difficulties, becoming live and live beautiful.
Others, they plows lost in lamentations, spending the precious team in wanderings. They think about the plants that they might have and it is not, in that what they had already eperderam, in the beautiful plants of the neighbor, and they go if neglecting the garden, letting the weeds take care of the flowerbeds. Only, destructive plants like the hatred, the envy, the slander, the laziness, the passions, the disrespect, between other nuisances, plow taking the place of the flowers, and we go in making bitter, insensible, embittered, sad and ill persons. The garden of the life they plows his thoughts, watering can his feelings and asemente, the faith. The gardener is you, the land, the life itself, the water is Allah (swt), fountain of every live, which is inside you, and at all the places in the form of energy. Be you, the God's garden itself, take care of his flowerbeds, water todosos days with love, hope and faith.
I BELIEVE IN YOU!!!

by: Dr . Cid Pimentel F.M.J. adapted by Suleyman