ALLAHU AKBAR..

FROM MY HEART ALLAHIM.... THIS IS TO YOU ONLY TO YOU... ONLY YOU KNOW ME, ALLAHIM...ONLY YOU CAN TO HELP ME..ONLY YOU CAN TO MAKE WHAT I NEED,
TO MODIFY WHAT TO NEED... TO BE BETTER WHAT NEED... ONLY YOU CAN TO FORGIVE ME... AND TO MAKE THOSE HEART, WITHOUT LOVE TO WORK FOR THE TRUTH LOVE... AND UNDERSTAND WHAT IS THE TRUE LOVE... MY ALLAHIM.. FORGIVE ME...
I , YET, AM TO LEARNING... TO BE, GOOD MUSLIM, MY ALLAH....









NÃO USE DE ENGANAÇÃO, NÃO USE AS PESSOAS, NÃO SE PONHA ENTRE CASAIS, NÃO SEPARE FAMILIAS, NÃO FALE DA VIDA ALHEIA.
TENTE SER MELHOR A CADA DIA. TEMA ALLAH CC COM FEVOR.
TODOS NÓS SABEMOS QUE COLHEREMOS O QUE SEMEAMOS.
CUIDE DE SUA VIDA. NÃO CUIDE DA VIDA ALHEIA.
SE NÃO PUDER AJUDAR, NÃO ATRAPALHE. NÃO SE PONHA NO CAMINHO.
ALLAH CC NOS DEU UMA UNICA VIDA, CABE-A NÓS CUIDAR DELA !














Sunday, August 2, 2015

Hamd olsun ALLAH’ a…
Ki, teklik Zât’ının hakkı…
Eşsizlik sıfatının şanı…
Yüzü cihetlere dönük olmaktan münezzeh…
Kudsiyyeti bir başka…
Kevnî ve muhdes şeylerden beri..
Ayağı yönlerden
Eli hareketlerden
Gözü lâhzalardan ve bunların ifâde ettiği mânâlardan yana temiz-pâk…
İstivâsı, bitişmek ve yapışmaktan
Gücü isabetsiz olmaktan ve boşa harcamaktan çok uzak…
Hele iradesinin, beşerî vasıflardan olan şehvet unsuru ile hiçbir ilgisi yoktur.
Kezâ O’nun;
Zâtî Sıfatları, O’ndan sıfat alanların artması ile sayı yönünden artmaz.
İradesine, çeşitli arzuların belirmesi ile de bir değişiklik olmaz.
Bütün kâinâtı:
كُنْ  - Kün! Ol! ” emriyle meydana getirdi…
Ve bütün mevcûdatı o emri ile icâd etti…
Bu âlemde Vücûd bulan ne varsa, hepsi de o kelimenin gizli mânâsından meydana geldi…
Ve bütün saklılar, o kelimenin el değmeyen sırrından meydana geldi…
İşte bunun tasdiki-onayı:
Allah-ü Teâlâ buyurdu ki :
       “Ancak bir şeye kavlimiz : Ona irademiz talluk ettiği zaman “ كُنْ  - Kün! Ol! ”  demek olur ki, olur….” (Nahl 16/40)
Sonra, gerçekten ben kâinâta ve oluşuna, olanlara ve içinde tedvin edilen hikmete baktım..
Gördüm ki: Bütün Kâinât tümden bir ağaçtan ibâret…
O ağacın asıl nuru ise ;
كُنْ  - Kün! Ol! ” tohumundan meydana gelmiş..
Bu meydana gelenlerin –kevnîyyetin- “ك : Kâf” ı :
       “Biz sizi yarattık…” (Vâkıa 56/57)
Âyet-i Kerîmesindeki: “نَحْنُ -Nahnü : Biz” tohumu ile aşılanmış,
İşbu aşılanmış tohumdan:
       “Biz her şeyi şekline uygun şekilde yarattık.” (Kamer 54/49)
Meâlinde belirtilen mânânın meyveleri hasıl oldu.
Ve bu yaratılışla iki ayrı dal meydana geldi.
Biri “Kemâliyet” kelimesinin “ك : Kâf” ı
Diğeri de “Küfür” kelimesinin “ك : Kâf” ı
Kemâliyeti şu Âyet-i Kerîme bildirir:
       “…Bu gün dininizi sizin için tamamladım….” (Mâide 5/3)
Küfür “ك : Kâf” ını da şu Âyet-i Kerîme bildirir:
       “…Onlardan bir kısmı kâfir bir kısmı da mü’min…” (Bakara 2/253)
ن : Nun” Harfinin özünden ise;
Mârifet Nuru ile
Nekre Nuru meydana geldi.
Yâni, Bilmek ve Bilmemek…
Vakta ki, Allah-ü Teâlâ, yokluk hazinesinden ezelî arzu hükmü uyarınca varlıkları yarattı…
Onlara Nurundan saçtı…
Her kime ki o Nurdan isabet etti; o kimse “ كُنْ  - Kün! Ol! ”  emri tohumundan meydana gelen ağacı kavradı, anladı…
Ve ona o emrin “ك : Kâf” ındaki sırda:
       “Siz hayırlı oldunuz…”  (Âl-i İmrân 3/110)
Meâlinde  gelen Âyet-i Kerîmenin sûreti belli oldu…
Ve o emrin “ن : Nun” undaki şerhle de:
       “Allah tarafından sînesi İslâm’a açılanı mı sordunuz?... O, Rabb’ından gelen nur üzerinedir…”  (Zümer 39/22)
Âyet-i Kerîmesindeki mânâ sûreti zâhir oldu…
Ve her kime ki o Nurdan isabet etmedi, boş geçti..
İşte o zaman; ondan, “ كُنْ  - Kün! Ol! ”  yâni “ك : Kâf”  ve  “ن : Nun” dan kasd olunan asıl mânânın keşfi istenir.
Çünkü o, onların hecesinde yanıldı..
Ve iş umduğu gibi çıkmadı..
O, “ كُنْ  - Kün! Ol! ”  yâni “ك : Kâf”  ve  “ن : Nun” un dış manzarasına baktı, yanıldı…
ك : Kâf” ı KÜFÜR mânâsında gördü..
ن: Nun” u  da NEKRE mânâsında gördü…
İnkar yabancılık..
Kısacası, kâfirlerden oldu…
Hasılı:
كُنْ  - Kün! Ol! ”  olarak ifâde edilen kelimelerden, her yaratılmışın hazzı başka başkadır..
Ki bu hazz ve nasibi, o kelimenin  hecesinden edindiği bilgi kadardır..
Bir de onun gizli sırlardan elde ettiği müşâhede kadar…
Bütün bu fikirleri önünüze sererken delilimiz:
       Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin şu Hadîs-i Şerîfidir:
“Allah-ü Teâlâ, yarttığı halkını bir zulmette yarattı.. Sonra onlara nurundan saçtı.. O nurdan nasib alan hidâyet buldu.. Ve o nur, her kime ki uğramadan geçti, o da şaştı.. azdı..”
Vaktaki Âdem aleyhisselâm; Vücûd, Varlık Dairesine baktı..
Her mevcûdu , varlığı şöyle gördü:
Kevn, yâni bir var oluş dairesi içinde dönmektedir..
Sonra çift; biri ateşten diğeri de topraktan..
Yine gördü ki; o kevn, kâinât..
Yâni o bir oluş dairesi ki:
كُنْ   - Kün! Ol!
Emri sırları üzerine dönmekte..
Onun isteğine göre hareket etmekte.
Bu sebebden o devr ettikçe devrediyor..
Uçtukça uçmak istiyor…
O emre sığınıyor ve ona göre cevelân ediyor.
Ondan olamıyor, arzusu dışına çıkamıyor…
Hasılı mânâda herkesin müşâhedesi bir başkadır.
Yâni:
كُنْ  - Kün! Ol! ” Emrine dair müşâhedesi…
Ona biri bakar; Kemâliyetin “ك : Kâf” ını ve Mârifetin “ن : Nun” unu müşâhede eder.
Bir başkası da Küfür “ك : Kâf” ı ile yabancılık “ن : Nun”unu… Nekreyi müşâhede eder…
Kim olursa olsun; yaptığı müşâhedenin mahkümudur..
Ama hiç biri kendi başına bir işe sahip değildir.
Hepsi.. Ama hepsi:
كُنْ  - Kün! Ol! ”  dairesinin merkez noktasına dönüktür.
Yâni tâbidir, bağlıdır…
Bu olanların haddi:
كُنْ  - Kün! Ol! ”  Emrinin bir icâbı olarak olanların haddi değildir ki;
كُنْ  - Kün! Ol! ”  Emrini veren Zât’ın arzusu dışına çakalar…
Yapılan müşâhede hükmü ne olursa olsun, İlâhî hüküm budur…
Baktığın zaman göreceksin ki bu “Şeceretü’l- Kevn” in
 “Kâinât Ağacı” nın dallarının şekli, meyvelerinin çeşit çeşit olmalarına rağmen, hemen hepsi tek merkezden meydana gelmektedir ki o;
كُنْ  - Kün! Ol!
Habbesi..
Tohumu ya da sevgisi…
Hepsi ama hepsi, ondan olmakta ve ondan  meydana gelmektedir.
Âdem aleyhisselâm’ın kaydolduğu bir yer vardı ki oranın adı: “Mekteb-i Tâlim…
Yâni dershâne..
Yâni öğrenme yeri.
İşte o mektebe dahil olduğu zaman, öğrendi..
Bütün isimleri.. hepsini.. hepsini…
İşte bu tâlimden, yâni bu öğrenmekten sonradır ki karşısına muazzam bir sahne çıktı..
Ki bu sahne:
كُنْ  - Kün! Ol!
Emrinin temsil ettiği sahne idi..
Daha sonra, bu Kâinâtı yaratan muradına baktı…
Öyle ya..
Boşa değil di bu yaratılış.
O hâlde bunlardan muradı neydi?
İşte o zaman yine karşısına:
كُنْ  - Kün! Ol! ”  Emrinin “ك : Kâf” ı  ve  “ن : Nun” u çıktı…
O artık her şeyi biliyordu, öğrenmişti.
Tâlimli idi..
Bu öğrendikleri sayesindedir ki Hazine “ك : Kâf” ını..
Yâni Kenz Kâfını  keşfetti.. Müşâhede etti ve gördü..
Ve şu mânâyı:
       “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyen.. Bilinmemi istedim..”     
Bunu böylece müşâhede ettikten sonra, bir başka sır kapısı açıldı önüne…
Ki o Nun Sırrı…
Ki bu enâniyyet, yâni “Ben” benlik kelimesindeki “Nun” Sırrı idi…
Bu sırr, bir Âyet-i Kerîme’de mânâsını şöyle bulmuştu:
       “Gerçekten Ben Allah’ım.. Başka ilâh yok.. Ancak Allah Ben..”  (Tâ Hâ 20/14)
Vakta ki, heceler tamam oldu..
Ve umulan da tahakkuk etti..
İşte o zaman ona bir başka mânâ kapısı açıldı..
Bilhassa Kenz-Hazine Kâfı’ndan tekrim..
Yâni, Şeref-İyilik Kâfı ona belli oldu..
Bu mânâyı şu Âyet-i Kerîme ifâde eder:
       “Biz Âdemoğlunu pek şerefl kıldık..”  (İsrâ 17/70)
Daha sonra bir başka Kâf..
Küntiyyet Kâfı..
Yapılış ve Oluş Kâfı..
Ki bu da:
       “Onun  kulağı, gözü ve eli olurum..” Kudsî Hadisi ile sabittir.
Sonra onun için başka mânâlar meydana geldi ki..
 Bu da “Nun” Harfinin icabı idi ve Enaniyyet-Benlik Nunu’ndan isthrac ediliyordu…
Ki bu Enaniyyet-Benlik Nunu’ndan, Nuriyyet Nunu yâni Nurlu olmak Nunu geldi..
Bu mânâyı da şu Âyet-i Kerîme ifâde eder:
       “Ona fayadası için nur kıldık..” (En’âm 6/122)
Sonra bu Nimet Nunu ile birleşti..
Bu mânâsı şu Âyet-i Kerîmede:
       “Şayet Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız tüketemezsiniz.” (İbrâhim 14/34)
Buraya kadar sayılanlar, Âdem aleyhisselâm’ın durumu idi..
Ve bütün bu mânâlar;
Tâlim gördüğü mektepten: “ كُنْ  - Kün! Ol! ”   Kelimesinden öğrendikleri idi…
Ama hepsi değil..
Azdan da azı…
Yine anlatacağız…
Açıklanan Kelimler :
Şecere : Ağaç. Kütük. * Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.
Vâcibü’l-Vücûd : Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.
Nisbet : Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
İzafî : İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek
Cihet : (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
Kevnî : Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
Muhdes : İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.
İcâd : Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek.
Tedvin : Bir araya toplayarak tertipleme. * Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.
Vaktaki : f. Ne vakit ki, o zaman ki, olduğu vakit.
Müşâhede : Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol.
Tâlim : Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman.
Kenz : Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler.
Enâniyyet : (Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.
Tekrim : Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.
 Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
نَحْنُ خَلَقْنَاكُمْ فَلَوْلَا تُصَدِّقُونَ
“Nahnu halaknakum felevla tusaddikune. : Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?” (Vâkıa 56/57)
إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَن نَّقُولَ لَهُ كُن فَيَكُونُ
“İnnema kavlüna li şey'in iza eradnahü en nekule lehu kün fe yekun : Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece «Ol!» dememizdir. Hemen oluverir.” (Nahl 16/40)
إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
“İnna kulle şey'in halaknahu bi kader : Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer 54/49)
حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالْدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلاَّ مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَن تَسْتَقْسِمُواْ بِالأَزْلاَمِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن دِينِكُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِ الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِّإِثْمٍ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Hurrimet aleykümül meytetü ved demü ve lahmül hinziri ve ma ühille li ğayrillahi bihi vel münhanikatü vel mevkuzetü vel müteraddiyetü ven netiyhatü ve ma ekeles sebüu illa ma zekkeytüm ve ma zübiha alen nüsubi ve en testaksimu bil ezlam zaliküm fisk elyevme yeissellezine keferu min diniküm fe la tahşevhüm vahşevn elyevme ekmeltü leküm dineküm ve etmentü aleyküm ni'meti ve radiytü lekümül islame dina fe menidturra fi mahmesatin ğayra mütecanifil li ismin fe innellahe ğafurur rahiym : Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Mâide 5/3)
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَـكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَـكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ
“Tilker rusülü faddalna ba'dahüm ala ba'd, minhüm men kellemellahe ve rafea ba'dahüm deracat, ve ateyna iysebne meryemel beyyinati ve eyyednahü bi ruhil kudüs, ve lev şaellahü maktetelellezine mim ba'dihim mim ba'di ma caethümül beyyinatü ve lakiniltelefu fe minhüm men amene ve minhüm men kefar, ve lev şaellahü maktetelu ve lakinnellahe yef'alü ma yürid : O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini yapar.” (Bakara 2/253)
كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُم مِّنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
“Küntüm hayra ümmetin uhricet lin nasi te'mürune bil ma'rufi ve tenhevne anil münkeri ve tü'minune billah, ve lev amene ehlül kitabi le kane hayral lehüm, minhümül mü'minune ve ekseruhümül fasikun : Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Âl-i İmrân 3/110)
أَفَمَن شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِّن رَّبِّهِ فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
“E fe men şerahallahü sadrahu lil islami fe hüve ala murim mir rabbih fe veylül lil kasiyeti kulubühüm min zikrillah ülaike fi dalalim mübin : Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir? Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer 39/22)
إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
“İnneni enallahü la ilahe illa ene fa'büdni ve ekimis salate li zikri : Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl. “ ( Tâ Hâ 20/14)
  
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً
“Ve le kad kerramna beni ademe ve hamelnahüm fil berri vel bahri ve razaknahüm minet tayyibati ve faddalnahüm ala kesirim mimmen halakna tefdiyla : Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)
أَوَ مَن كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
“E ve men kane meyten fe ahyeynahü ve cealna lehu nuray yemşi bihi fin nasi ke mem meselühu fiz zulümati leyse bi haricim minha kezalike züyyine lil kafirine ma kanu ya'melun : Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir.” (En’âm 6/122)
وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ الإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ
“Ve ataküm min külli ma seeltümuh ve in teudu ni'metellahi la tuhsuha innel insane le zalumün keffar : O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrâhim 14/34)
Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:
       Abdullah b. Amr b. Âs'tan (Radıyaliahü anhümâ):
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ in şöyle dediğini işittim:
İzzet ve celâl sahibi olan Allah buyurdu ki:
"Allah kâinatı karanlıkta/yoklukta yarattı. Sonra o gün, nurunu her tarafa saçtı. Kime bu nurdan isabet ettiyse hidâyeti bulmuştur ve kime de isabet etmemişse o dalâlettedir. Bu yüzden derim ki izzet ve celâl sahibi olan Allah'ın ilmine uygun olarak (kâinat takdir edildi ve) kalem kurudu, (hüküm kesinleşti.)"
(İmam Ahmed b. Hanbel, El-Müsned, el-Fethu’r-Rabbani Tertibi,
Sened: Sahih: Müsned, 11/176, H.no:6644 (uzun bir hadisin ortasında nakledilmiştir): Benzer rivayet için bk. 11/197. H.no:6854, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, es-Sünne, U/424, H.no:932; Tirmizî, îmân, 18, H.no: 2642 (hasen); İbn Ebî Âsim, 1/107-108, H.no:241-243; Taberânî, Müsnedü's-Şâmiyyîn, 1/304, H.no:532; Hallâl, es-Sünne, 111/539, H.no:891; Beyhakî. es-Sünenü'l-kübrâ, IX/4; Hâkim, Müstedrek, 1/84, H.no:83 (İsnadının sahih olduğunu söyler); Deylemî; Firdevs, 1/170, H.no:43; Herevî, el-Erbaûn fî deiâiH't-Tevhîd, 1/88-89, H.no:37; Lâlkâî, IV/604, H.no:1078-1079; Heysemî, râvîlerinin sika olduğunu ifâde eder. Bk.Mecma', VII/193-194.)
       Hadis-i Kudsî : "Ben gizli bir hazine idim. Tanınmak istedim. Mahlûkâtı yarattım ki Beni tanısınlar"
       Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Allah şöyle buyurdu:
"Kim Benim bir dostuma düşmanlık beslerse, Ben ona harb ilân etmişimdir. Kulum bana kendisine farz kıldığım şeylerden daha se­vimli bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle Bana yaklaşa yaklaşa nihayet onu severim. Onu sevdiğimde de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağıolurum. Benden bir şey isterse onu kendi­sine mutlaka veririm. Bir şeyden Bana sığınırsa onu mutlaka koru­rum. Ölmek istemeyen mü'minin ruhunu almakta tereddüt ettiğim kadar yaptığım hiçbir şeyde tereddüt etmedim. Çünkü Ben onu üz­mekten hoşlanmam.”    (Buharı, Rikak: 38.)

Şeceretü’l- Kevn-2


Ya İblis..
Ya onun durumu..
Anlatalım…
İblise gelince –Allah’ın lâneti ona-
Mekteb-i Tâlimde, yâni dershâne ve öğrenme yeri..
Orada tam kırk bin yıl kaldı..
كُنْ - Kün! Ol! ” Emrini, yâni Kâf ile Nun harflerini safha safha tetkik etti, inceledi..
Zâten onu oraya koymaktan gaye de buydu..
O da kendi kendine bu işleri yapıyordu..
Fakat Âdem aleyhisselâm’ın aksine…
Sebebine gelince: Muallim onu, kendi nefsine bırakmıştı..
Kendi gücüne ve kendi kuvvetine terk etmişti..
Vermişti ona gücü kuvveti: Salıvermişti kendi başına..
İblis, yâni şeytan ise bu hâliyle:
كُنْ - Kün! Ol! ” Emrinin timsaline bakmaya başladı.
Ondan yâni Kâf ile Nun’dan bir şeyler çıkarmaya gayret etti.
Böylece o, Kâf harfinin işaretinden küfrüne şâhid oldu.
Böyle olunca İlâhî emre:
       “Karşı geldi ve büyüklük tasladı..”  (Bakara 2/34)
Nun harfinden ise ateşlik olduğunu anladı:
       “Beni ateşten yarattın..”  (A’raf 7/12)
Âyet-i Kerîmesinde belirtilen mânâ zuhura geldi..
Durum böyle olunca, Küfür Kâfı ile Narı’ın –ateşin- Nunu birleşti..
Sonrada şu Âyet-i Kerîmenin özlü mânâsı tecellî etti:
       “Onlar, hep birden ateşe tıkılırlar..”  (Şuara 26/94)
Tekrar Âdem aleyhisselâm’a dönelim..
O bu Kâinât Ağacına nazar etti, baktı..
Onu muhtelif şekilleri, çeşit çeşit meyveleri ve çiçekleri ile gördü.
Bu arada o, hepsinden geçti.
       “Gerçekten Ben Allah’ım..” (Tâ Hâ 20/14)
Meâline  gelen Âyet-i Kerîmesi dalına yapıştı..
Çünkü ona göre sabit olan değişmez mânâ buydu.
Artık tefrid, yâni teklik dalı altında gölgeleniyordu..
Sayebân oluyordu…
Sonra tevhid âlemine geçmişti..
İşte bu âlemden ona bir nidâ geldi.
Bu hitab hem Âdem’e hem de Havva’ya idi..
Durum bu iken, şeytan ona yaklaşmak istiyordu..
Ve bu yaklaşması, onları kandırmak içindi..
Yâni şeytanın tutunarak geldiği dal vesvese dalı idi…
Geldi ve onları kandırdı..
Bu kanmanın bir sonucu olarak ondan yediler..
Kaydılar..
Hem de ayakların kayıp gittiği yerde..
Hâliyle Âdem:
       “Yaklaşmayınız..”  (Bakara 2/53)
Emrine asî geldi..
Ama durumu ayıktı ve:
       “Rabbımız biz nefislerimize zulmettik..”  (A’raf 7/23)
Meâlinde buyrulan İlâhî Emrin dalına tutundu..
Ki bu tutunduğu dal:
       “Âdem Rabbından bazı kelimeler öğrendi..” (Bakara 2/37)
Meâline  gelen Âyet-i Kerîmenin meyveleri idi..
Bunlar onun, yâni Âdem’in ayağı kaydığı zaman tutunduğu dallar idi…
Yapıştı, bırakmadı ve..
Kurtuldu…
Bir gün var ki onun adına “Şehâdetler Günü” denir.
Vaktaki o gün şâhidlerin gözleri önünde:
       “Ben Rabbınız değil miyim?..”  (A’raf 7/172)
Şeklinde nidâ olundu.
Bu nidâyı duyanlar. Doğruluğuna hep şehâdet ettiler..
Ama herkes gördüğü ve işittiği kadar..
Sonra orada olanların hepsi:
       “Evet!..”  (A’raf 7/172)
Cevabını vermekte ittifak etti…
Ne var ki, ihtilaf başka taraftan oldu.
Yâni: O andaki müşâhede yönünden…
O müşâhede anında, her kim ki Zât-ı İlâhî’nin Cemâl sıfatını gördü, o an anladı ki:
       “Onun benzeri bir şey yok..”  (Şûrâ 42/11)
…Ve her kim Hakk Teâlâ’nın sıfatına ait Cemâl sıfatını gördüyse..
O da:
       “Allah’tan gayri ilâh yoktur. O hakiki sultandır ve bütün güzellikler onundur.. Noksan yoktur..” (Haşr 59/23)
Şeklinde şehâdette bulundu.
Yukarda sayılan zümrenin şehâdeti anlatıldığı gibi olmasına rağmen, onların dışında kalanların şehâdeti öyle olmadı.
Yaratılmışların gelinlerine, yâni güzelliklerine kapılıp kalanların şehâdeti çok çeşitli ve değişik oldu.
Ki bu değişik oluş, görülen şeylerin çeşit çeşit ve değişik olşuna göre oldu.
Bunlardan bir zümre Hakk’ı, mahdud yâni belli bir mekan içinde gördü.
Bir başka zümre ise yok saydı..
Bir başka zümre de, kocaman bir taş veya kaya, dağ gördü.
Bunların hepsi bir nasib işidir..
Ki bu nasib ve müşâhedeler şu Âyet-i Kerîmenin mânâsında saklıdır:
       “De ki; bize ancak Allah’ın yazdığı isabet eder..”  (Tevbe 9/51)
Her şey bir nasib meselesidir ve bu nasib de:
كُنْ - Kün! Ol! ” Kelimesinin sırrında saklıdır.
O dairenin noktası etrafında döner..
Ve o Kelime Tohumunun aslına bağlı ve sebatı onun üzerindedir.
“ كُنْ - Kün! Ol! ”  Emri Habbesi Kâinât Ağacı’nın bir Tohumu hem de meyvesine bir çekirdek oldu..
ve mânâsı da sûret…
İşbu sebeble ben istedim ki yaratılmış olan bu Kâinâta bir misâl vereyim..
Ve bu mevcûd varlığında timsâlini çizeyim..
Fakat.. bu bâbda, söylenen sözler, yapılan işler ve ortaya çıkarılan hâller fayda vermedi..
Evet..
Esas mesele böyle..
Başka yok…
İşte bundan sonradır ki, fikrimi anlatmak için bir ağacı misâl olarak aldım..
Ve misâl olarak aldığım bu ağaç:
كُنْ - Kün! Ol! ” Emrinin Tohumundan meydana gelmiştir..
Esası-kökü orada..
Dalları ve yapraklarıyla da burada…
Kâinâtta olagelen hâdiselerden her ne ki zuhura geliyorsa ..
Ki onlar, artma, eksilme, gayb ve şehâdet âlemine ait işlerden;
Biri küfür ve iman,
Yapılan amellerin verdiği, temiz ve pâk hâller,
Zâhir olan en güzel sözler,
Bir şeyi arzu etmek ve zevk almak,
Mârifet makamlarının hoş ve tatlı hâlleri,
Mukarrebun zümresinin yakînlik dallarında yeşeren mânevî yapraklar,
Muttâki zâtların erdiği makamlar,
Sıddıkların erdiği dereceleri.
Âriflerin münacatları,
Ve muhabbet ehli zâtların müşâhedeleri…
İşte bütün bu sayılanlar, o Habbenin,
Yâni o Tohumun,
Yâni:
كُنْ - Kün! Ol! ”
Emrinin birer meyvesidir ki, meydana getiren bizzât kendisidir..
Ve bunlardan bir doğuştur ki, o doğurur..
Şimdi, sana o ağacın bir târifini yapacak ve dallarını sayacağız , dinle!..
Bu:
كُنْ - Kün! Ol! ”
Emrinin bir çekirdeği olan Ağaç, ilk başta üç dal meydana getirdi..
İşte o dallardan biri, “Zâtü’l- Yemin” dir.
Yâni Sağ Zât..
Sol değil..
E bu dala tutunanlar: “Ashab-ı Yemîn” oldular..
Yâni sağ cânib ehli..
Diğer dal da sol cânibtedir k: Ona da “Ashab-ı Şimâl” yapıştı..
Yâni Solaklar..
Bu iki dalın bir üçüncüsü ar ki, onun ne sağa meyli vardır ne de sola..
Bu dalın mutedil bir boyu vardır..
Yolu tam bir istikamete çıkar..
Şimdi:
“Bu dala kimler tutunur?..” diyeceksiniz..
Acele etmeyin ki diyelim.
“Bu yüce dala “Sabikun” Zümresi tutunur…
Mukarrebun Zümresi tutunur…
Yâni başta gidenler ve Hakkın Zâtı’na Yakîn olanlar…
Yâni:
“Ben kimdenim?”
Diyenler değil de;
“Kim benden?”
Şimdi anladın mı, bu kudsî dalın sahiplerini?..
Vaktaki bu ağaç yükseldi, yücelere baş çekti..
Hâliyle, dallarından biri çok ötelere aşıp gitti..
Bir tanesi de tam aksine…
İşte o ötelere aşan dal, mânâ âlemini meydana getirdi..
Öbürü de sûret..
Sonra.. Bu ağacın zâhirde belli, kendisine yapışık kabukları vardır..
Aynı şekilde onu örten ve perdeleyen örtüleri de vardır..
Ki bunların tümüne:
“Âlem-i Mülk” adı verilir..
Yâni  bu Şehâdet Âlemi..
Görünen, bilinen ve hissedilen âlem..
Elle tutulabilen âlem..
O ağacın bir de Bâtınî kalbi var..
Belki onun canlı kalmasını sürdüren kalbleri var..
Özleri var..
Hem de gizli..
Hem bu maddî gözün göremeyeceği şekilde mânâları da var…
“Peki, bunlar nedir ve ne vazifesi var?..” derseniz.
Anlatalım:
Onlar “ Meleküt Âlemi” dir.
Yâni Ruhlara mahsus bir âlem..
Maddenin ve dış yapının sözü edilmeyen âlem…
Bu arada O ağacın, damarlarında akan su aklımıza gelebilir.
Ki O ağacın çiçekleri o su sayesinde açar..
Meyvelerini  osu olgun edip verir..
İşte O ağacı bu hâle getiren suyun mânâsını sorabilirsiniz..
Mânâsını anlamak isterseniz..
Hemen diyelim:
İşte bu” Ceberut Âlemi” dir.
Ve:
كُنْ - Kün! Ol! ” Emrindeki sırdır..
Yâni, İsim ve Sıfatların Zât adına-namına işler gördüğü Âlem…
Sonra bu Ağacı bir duvar kuşattı..
Sakının haa!..
“Bu Ağaç” deyince basit bir ağacı aklınıza getirmeyesiniz!
Yeri, göğü, boşluktakileri ve diğer yaratılmışları hep birden tahayyül edin ve bir ağaç yapın!
“İşte bizim Ağacımız budur!”
Ve Bu Ağaca hudut çizildi..
Onun rüsumu vardır..
Onun hadleri, cihetleridir..
Ki onun bu cihetlerini:
“Alt-Üst, Sağ-Sol, Ön-Arka.. Yâni altı yön.. Şeş Cihet..”
Şeklinde târif edebiliriz..
Bir şey ki en yücedir..
Yâni, Âlâdır…
İşte o şey: Onun için en son huduttur..
Ve bir şey ki en alt derecededir..
Yâni, Esfel..
İşte o şey de: Onun için en salt huduttur..
O Mukaddes Ağacın;
Resmi belli cisimlerine,
Önde bulunan emlâk, eflâk, ahkâm ve bazı cismi görünen şeylere,
Onun varlığına delil sayılan alâmetlere,
 Ve izlere gelince..
Ki bunları da şöyle anlatabiliriz:
Yedi kat sema; bir gölgelik mesafesindedir ki bunları O Ağacın yaprakları saymak icâb eder..
Doğuşta ve Ona aydınlık vermekte yıldızları afâkta açan çiçeklere benzerler..
Gece ve gündüze gelince; Onun için iki çeşit aynı örtü sayılır ki:
Biri siyahtır..
Öbürü de beyaz…
Siyah örtüye büründüğü zaman, gözlerden nihan olur..
Beyaz örtüye bürünmekle de, Ondaki güzelliklere bakıp görmek isteyenlere aydınlık verir..
Tecellî eyler ve görünür…
Arş O Ağaç için bir mal ambarı ve silah deposu gibidir..
Kendisi için, her ne ki gerek oradan temin eder…
Ve o Arş’ta bu Mukaddes Ağacın seyisleri ve hizmetçileri vardır…
Hasılı, bütün bu olup biten ve Bu Ağaca gelen işler, O Arş’tan gelir.. 
O Ağacın bir kısmı olan melekler her hâlükârda O Arş’a yönelirler..
Ki bunu şu Âyet-i Kerîmenin mânâsından anlıyoruz:
       “Görürsün ki: Melekler Arş çevresini kuşatmışlar..”  (Zümer 39/75)
Ki böylece ihtiyaçlarını o yüce hazineden temin ederler..
Teveccühleri orayadır..
Arş’ ın etrafını sararlar ve çevresinde dönerek tavaf ederler..
Nerede bulunurlarsa bulunsunlar dâima O Arş’ ın yönünü gösterirler…
Her ne zaman ki bu Kâinât Ağacında bir hâdise meydana geldi,
Yahut başlarına tepeden inme bir iş geldi hemen dilek ellerini Onun Arş’ ı cihetine açarlar..
Yaptıkları bir hata varsa aff dilerler..
Çünkü dileklerini arz edecek başka bir makam yoktur.
Sebebine gelince:
O Ağacı yaratan Zât’ın belli bir ciheti yoktur ki oraya işaret edile!..
Malûm bir mekânı yoktur ki oraya  gidile!..
Bir keyfiyeti yoktur ki onula anlaşıla!..
Durum bu olunca:
Şâyet Onun hizmetine kıyam için Arş, onların yöneleceği bir yön olmasaydı..
Teveccüh edecek bir makam bulamazlardı…
…Ve bütün talepleri, şaşkınlık ve dalâletle sona ererdi..
Hakk’ın her işinde bir değil, binlerce hikmet saklıdır.
Meselâ;
Arş’ ı vücûda getirmesindeki hikmet, kudretini izhardır.
Zât’ına bir mahal-yer olsun diye değil!..
Sonra mevcûdatı yaratmasındaki hikmet de, bir ihtiyacına mebni değildir.
Ancak, İsim ve Sıfatlarının izharı içindir..
Düşün ki O’nun bir ismi de “El Gafûr” dur..
Elbette bu isme bir zuhur yeri gerek..
Dolayısıyla mağfirete uğrayacak bir varlık lâzım..
O’nun bir ismi de “El Rahîm” dir..
Bunun gereği de rahmettir..
Elbette bu sıfat için de rahmete uğrayacak bir varlık lâzım..
Kezâ, “El Kerîm” de O’nun bir sıfatı..
Bu sıfat için de bir varlık gerektir ki, kerem göre...
İşte varlığın yaratılmasındaki hikmet, bu sıfatların ve diğer isimlerin tecellîsini sağlamaktadır…
Hasıl-ı kelâm bu Kâinât Ağacı’dır..
İşleri meyveleri…
Gerek insanlar gerekse işleri değişiktir..
Esmâ ve sıfatları sayısı kadar..
Tâ ki her bir isim ve sıfatın gereği yerine gelsin..
Şöyle anlatmak da mümkün:
El Gafûr ismini sırrı zuhura gelsin..
Günahkârlar için mağfiret olsun!..
İyilik edenler rahmete nail olsun..
Tâat sahipleri fazilet bulsun..
Asîler de “El Âdl” Sıfatının tecellî şeklini görsün..
Mü’minler nimete ersin..
Kâfirler cezalarını çeksin..
Bütün bunlarla anlatılmak istenen odur ki;
Yüce Allah, icâd  edip meydana getirdiği şeylerle birleşmekten,
Ama onlardan uzak olmaktan da..
Kezâ onlarla bitişmek ve ayrılmaktan da..
Münezzehtir..
Hem de Mukaddes…
Bu Kâinât yok iken de O var idi..
Yâni, O var idi..
Ama bu Kâinât yok idi…
Sonra Kâinâtın varlığı O’na bir fazlalık getirmemiştir..
Yokluğu da O’ndan bir şey götürmez…
Önce ne idiyse..
Şimdi de öyledir…
O Yüce Allah, Kâinâtla ne birlikte idi ve ne de ayrı…
Anlamaya çalış!..
Ne Kâinâtla birleşiktir..
Ne de ayrı…
Çünkü vuslat ve ayrılık, Hüdus Sıfatı icâbıdır..
Kıdem Sıfatının değil…
Sonra ittisal ve infisal bir başka yere intikali gerektirir..
İrtihal ise bir hâlden başka bir hâlde geçmektir..
Zevâl bulmaktır..
Tagyirdir..
Tebdildir…
Onlar kemâl Sıfatı sayılmaz..
Halbuki Cenâb-ı Hakk’ı, cümle eksik-noksan sıfatlardan tenzih ederiz..
 
Sonra O yücedir..
Zalimlerin dediği ve kâfirlerin isnadı O’na ulaşmaz..
Çünkü O çok büyüktür..
Yüceliği için bir sınır yoktur..
Ulvîdir..
Kebîrdir..
Biraz da Levh-i Mahfuz’dan ve Kalem’den bahsedelim:
Açıklanan Kelimler :
İblis : İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan. (Bak: Hannas, Şeytan)
Lânet : Nefret. Tiksinti. Allah'ın rahmetinden mahrumiyyet
Safha : Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri. * Yazılmış ve yazılabilir sahife.
Timsal : Resim, suret, sembol, nümune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek. Heykel.
Tefrid : Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma.
Sayebân : Gölgelik. Büyük çadır. Şemsiye. * Mc: Koruyan, himaye eden.
Mahdud : Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
Zümre : Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins.
Bâb : Kapı. * Kısım. * Mevzu. * Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. * Hususi madde. * Sığınacak yer. * İş. * Şekil. * Tövbe.
Gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.
Mukarrebun : Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar.
Yakîn : Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn
Cânib : f.Yan, yön. Cihet, taraf. Yüksek taraf.
Sabikun : (Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler.
Meleküt: Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi.
Ceberut: Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.
Tahayyül : (C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ)
Cihet : (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
İcâb : Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz.
Nihan : f. Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen.
Teveccüh : Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme. * Mânen üzerine düşme. * Ait olmak. * Hoşlanmak. * Sevgi, alâka.
Mebni : Yapılmış. Kurulmuş. * Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak. * ... den dolayı... e binâen. * Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.
İcâd : Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek. (Bak: İbda')
Hüdus : Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.
İttisal : Ulaşmak. Bitişmek. * Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.
İnfisal : Olduğu yerden ayrılma. Yeni bir fasıla geçme. * Yerini bırakıp gitme. * Azledilme.
İntikal : Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
İrtihal : Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Nakl-i mekân etmek. * Ölmek.
Zevâl : Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.
Tagyir : Başkalaştırma. Değiştirme. Bozma. * İyiden kötüye değiştirme.
Tebdil : Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
Ulvî : (Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub.
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
       “Ve iz kulna lil melaiketiscüdu li ademe fe secedu illa iblis, eba vestekbera ve kane minel kafirin : Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (Bakara 2/34)
قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلاَّ تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَاْ خَيْرٌ مِّنْهُ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ
       “Kale ma meneake ella tescüde iz emartük kale ene hayrum minhhalakteni min nariv ve halaktehu min tiyn : Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.” (A’raf 7/12)
فَكُبْكِبُوا فِيهَا هُمْ وَالْغَاوُونَ
وَجُنُودُ إِبْلِيسَ أَجْمَعُونَ
       “Fe kübkibu fihahüm vel ğavun :  Artık onlar, o azgınlar ve İblis orduları, toptan oraya tepetaklak (cehenneme) atılırlar.”  (Şuara 26/94-95)
ِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
       “İnneni enallahü la ilahe illa ene fa'büdni ve ekimis salate li zikri : Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl. “ (Tâ Hâ 20/14)
وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَـذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ
       “Ve kulna ya ademüskün ente ve zevcükel cennete ve küla minha rağaden haysü şi'tüma, ve la takraba hazihiş şecerate fe tekuna minez zalimin : Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.”   (Bakara 2/53)
قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
       “Kala rabbena zalemna enfüsena ve il lem tağfir lena ve terhamna lenekunenne minel hasirin : (Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf 7/23)
فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
       “Fe telekka ademü mir rabbihi kelimatin fe tabe aleyh, innehu hüvet tevvabür rahiym : Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” (Bakara 2/37)
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
       “Ve iz ehaze rabbüke mim beni ademe min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm ala enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu bela şehidna en tekulu yevmel kiyameti inna künna an haza ğafilin : Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.” (A’raf 7/172)
فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
       “Fatirus semavati vel ard ceale leküm min enfüsiküm ezvacev ve minel en'ami ezvaca yezraüküm fih leyse ke mislihi şey' ve hüves semiul besiyr : O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûrâ 42/11)
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى
       “Allahü la ilahe illa hu lehül esmaül hunsa” (TâHâ 20/8)
ُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
       “Huvallahulleziy la ilahe illa huve elmelikulkuddususselamul mu'minul muheyminul 'aziyzul cebbarul mutekebbiru subhanallahi 'amma yuşrikune. : O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üsündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Haşr 59/23)
قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
       “Kul ley yüsiybena illa ma ketebellahü lena hüve mevlana ve alellahi fel yetevekkelil mü'minun : De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” (Tevbe 9/51)
وَتَرَى الْمَلَائِكَةَ حَافِّينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَقُضِيَ بَيْنَهُم بِالْحَقِّ وَقِيلَ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
       “Ve teral melaikete haffine min havlil arşi yüsebbihune bi hamdi rabbihim ve kudiye beynehüm bil hakki ve kiylel hamdü lillahi rabbil alemin : Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve «alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun» denilmiştir.” (Zümer 39/75)

Şeceretü’l- Kevn-3
Biraz da, levh-ü mah'fuzdan ve kalemden bahsedelim.
Allah-ü Teâlâ, “Levh”i ve “Kalem”i, bir sultanın ki­tabı menzllesinde kıldı..
Yani: Anayasası.
Ve.. onda yazılanlar, onun hükümleri mesabe­sindedir..
Sonra.. Onda olanlar kendi hükmüdür..
Müb­rem işleridir.
Onun içinde; yeniden icad edeceği şeyleri de vardır; idam edip yok edeceği şeyler de..
İyiliği ve ihsanı da onda vardır.
Kezâ sevabı ve intikamı da..
Sonra..
Sidre-i Müntehayı yarattı..
İşbu Sidre-i Münteha, tafsilini yaptığımız ağacın dallarından biridir.
O Sidre-i Müntehanın altında, hizmetine kaim olanlar kalır..
Bir de, hükmünü infaza memur olanlar..
Orada bulunan vazifelilerin bir işi de bu Kâinât Ağacında hasıl olan meyveleri Hakka arzet­mektir.
Hatta, o ağaçta duran bazı işleri de..
Ki bunlar saymakla bitmez..
Sonra..
Sultanın kitabından bir nüsha asılı olarak oraya bırakıldı..
Ki bunun adına: “Levh-ü Mahfuz” derler..
Bu kâinât ağacında ne zuhur ederse etsin..
Katiyen Sidre-i Müntehayı aşamaz.
O zuhur eden şeyler: Yok olmak, var olmak, artık, eksik.. cinsinden olabilir..
Bütün bu işlerin, Sidre-i Münteha’yı aşamayışında bir sebep var..
Çünkü, herbirinin belli bir yeri vardır orada..
O makamdan belli bir hazzı vardır..
Resmen çizilmiş bir sınırı vardır..
İşte.. bunun tasdikini yapan bir Âyet-i Kerîme:
       “Bizden, herbirimizin ayrı ve belli bir yeri vardır..”   (37/164)
Bu ağacın meyvelerinden ne olursa, olsun; üs­tün veya düşük; büyük, küçük, hakir veya kıymet­li; az veya çok..
Bunların her biri için, o sultanın kitabında yer vardır..
       “Küçük büyük hiç birini bırakmamış; hep­sini sayıp dökmüş..” (18/49)
Meâline gelen Âyet-i Kerîme, sözümüzü doğ­rular ..
Kitabındaki hükümleri gereğince Sultan, bü­tün bu ağacın meyveleri için iki hazine  yaptı.
Biri, cennet, öbürü de, cehenne . ve:
“ Bunları, alın; saklayın!..” emrini verdi..
Ondan çıkan, temiz meyve olduğu takdirde; yeri cennet olur..
Yani: Cennet hazinesine girer..
İşte.. Âyet-i Kerîme:
       “Öyle değil.. iyilerin kitabı elbette İLLİY­YİN dedir.” (83/18)
Sonra..
Bu Kâinât Ağacı dallarından gelen han­gi meyve ki habistir..
Şüphesiz onun yeri de cehennemdir..
Bunu şu Âyet-i Kerîmenin meâli bize bildirir:
       “Öyle değil.. Elbette, kötülerin kitabı SiC­CiN, dedir.” (83/7)
Cennet:
        “Ashab-ı Yemin..” (56/8)
Meâline gelen Âyet-i Kerîmede târif edilen saadet ehli sağcıların evidir..
Bu evin bulunduğu yere gelince; onu da, şu Âyet-i Kerîmeden anlayabiliriz:
       “Turun sağ cânibinde..” (19/52)
... Ve çeşitli Âyet-i Kerîmelerin işaretine göre; o: Pek mübarek bir ağaçtan mamuldür.. sonra o:
Hem pâk, hem de temizdir. .
Evet..
Cennetin durumu bu..
Cehennemin durumuna gelince..
O da:
       “Ashab-ı Şimâl..” (56/9)
Meâline gelen, Âyet-i Kerîme ile belirtildiği gibi, şekavet ehli solcuların yeridir..
Ki bunun. yapısı da:
       “Kur’ânda lânetle anılan ağaç..” (17/60)
Meâline gelen, Âyet-i Kerîme’de belirtilen o, lânetli ağaçtan yapılmıştır..
Dünya, mevzu’umuz olan ağacın çiçeklerinin teşhir yeridir..
Ama, birer vedia olarak..
Yani: Ema­net..
Yani: Geçici..
Âhirete gelince..
Onun, yâni: Kâinât Ağacı meyvelerine birer karargâhtır..
Ama emaneten değil..
Ebedî, daimi..
Bu Kâinât Ağacının etrafını bir duvar sardı..
Ki buna:
Kudret sarması, kuşatması..
Adı verilir..
Çünkü Allah-ü Teâlâ herşeyi –zatı ve sıfatı ile- kuşatmıştır..
Daha sonra..
Allah-ü Teâlâ, o Kâinât Ağacı için bir daire çizdi..
Bu dairenin adı da: İrade dairesidir..
Ki bu mânâ da çeşitli Âyet-i Kerîmeler­de tecellî eder;
Ki o:
       “O arzu ettiğini yapar.. Ve dilediği hükmü vermekte serbesttir..” (3/40 - 5/1)
Vaktaki bu Kâinât Ağacı kökü itibarı ile yerleşti..
Dalları da sübut buldu: önü ile sonunu birleştirdi.., ,                      
... Ve iş böylece; bir sonuç olarak:
        “Taa Rabbına vardı..” (79/44)
... Ve iş,başlama noktasına ulaştı..
Yani:
كُنْ - Kün! Ol! ”
Emri ile başladı.. Ve:
فَيَكُونُ-YEKÜN'U (OLUR)..
Emri ile nihayete erdi..
Ki bu garipsenecek bir iş değildir..
Bir işin başında:
“Kün! Ol! ”
Emri olunca..
Hele bir de bu emir hükmü ge­çer bir zattan gelirse..
Sonu elbette:
OLUR..
Şeklinde biter..
Bu Kâinât Ağacı, dal budak ve ekiliş itibrı ile ne kadar çeşitli olursa olsun; aslı daima bir­dir..
Değişmez..
Ki bu bir olma işi:
“Kün! Ol! ”
Kelimesinin tohumuna göredir.
Kezâ sonu da yine bir racidir..
Ki o da:
“Kün! Ol! ” .. emridir.
Ki bu belki de; yokluk babında bir:
“Kün! Ol! ”
Olacaktır..
Bütün bu anlatılanlar; senin için çok dikkate değer şeylerdir..
Şayet birşeyler anlamak ister ve basiret  gözü­nü kullanırsan..
Pek mânâlı şeyler göreceksin..
Mesela: Göreceksin ki..
Tuba Ağacı, Zakkum Ağacına bağlıdır..        
Mesela: Hak yakınlığı nesiminin serinliği sam yeline karışmış durumdadır..
Meselâ : Vuslat semâsıının gölgesi; kapkara du­mandan, bir gölgeye karışıktır..
Hasılı, herkes nasibini yer..
Başka türlü ola­maz..
Bir kimse bakarsın ki; ağzı mühürlü kâsesin­den içer..
Bir başkası da, içmesi elzem olan neyse.. ondan içer.
... Ve bu iki zümre arasında mahrum olan da vardır..
Vaktaki bu vücut çocukları, Hazret-i Hakk’ın yok gösterdiği âlemden gelip vücut buldular:
Üzer­lerine kudret nesimleri esmeye başladı..
... Ve onları, hikmet lâtifeleri besledi..
...Ve Hakkın çeşidi çok işlerini; irade bulutla­rı onların üzerine yağdırdı..
İşbu tatlı esen nesimi rüzgâr, letaif gıdası ve irade yağmuru..
Üçü bir araya gelince:
Bu Kâinât Ağacı'nın her dalı, ezelde kendisine düşen nebatı bitirmeye başladı..
Sonra..
Tabiatı icâbı; meyvesine, hastalık ve sağlık kondu..
Bu kâinât tümden iki unsurdan meydana gel­miştir.
Ve.. Bu iki unsur da:
“Kün! Ol! ”
Emrinden meydana gelmiştir..
İşbu iki unsurun biri zulmet, diğeri de nurdur..
Cümle hayır, nurdan gelmektedir..
Şerrin de tümü, zulmetten çıkar..
Melekler topluluğu, nur unsurundan meydana gelmiştir.
Bu sebeple, onlardan sadece hayır gelir..
       “Allah’ın kendilerine emrettiği işlerde asî gelmezler..» (66/6)
Şeytan topluluğu ise; zulmet unsurundan ya­ratıldı..
Bu yüzden bunlar, sadece şerre alettir..
Âdem ve oğullarına gelince..
Bunların çamurundan hem zulmet vardır; hem de nur..
İşbu sebeple, bunların terkibinde:
Hem hayır vardır :
Hem de şer..
Hem menfaat vardır;
Hem de mazarrat..
Sonra..
Onun zatı; mârifete ve nekreye kabili­yetlidir.
Yani: Aslını bulmaya ve yitirmeye..
Hasılı, hangi maye kendisine galip gelirse.. ona mensup sayılır.
Şayet onun; yani insanoğlunun nur mayesi; zuImet mayesine galip gelirse..
Ve bunun bir sonu­cu olarak ruhaniyeti cismaniyetini alt ederse..
Me­leklerden daha faziletli olur..
Feleki geçer.. ötelere gider..
Tam bunun aksine; insanoğlunun mayesinde­ zuImet galip gelirse..
Cismaniyeti ruhaniyetini ör­terse..
O zaman, sadece şeytana tafdil edilir..
Yani şeytandan biraz üstün olur..
Halbuki öbürü melek­lerden üstündü..
Bu, melekten üstün olmaz..
Şeytandan da aşa­ğı düşmez…
Vaktaki Allah-ü Teâlâ:
“Kün! Ol! ”
Emri toprağından Âdem'i yaratmak için bir avuç aldı.
Hemen sırtını sığadı..
Ta ki, temizler, kirliler­den ayrıla..
İşbu ameliyeden sonra..
Ashab-ı Yemin olan­lar; yani, saadet ehli sağcılar Âdemin sırtından çı­kıp sağ yanı tuttular.
Kezâ; Ashab-ı Şimâl olanlar da, sol canibe geç­tiler..
Ki bunlar, şakavet ehli solculardır..
Tek kişi, murad olan şeyden ayrılmadı..
Hatta arzu edilen yanın aksine meyil bile edemedi..
        
Bu anlatılanları dinledikten sonra..
Her kim kalkar da:
“Niçin böyle oluyor?” derse..
Şüphesiz bu sualinde hata etmiş olur..
Bu hatanın sebeblni öğrenmeki  aşağıda anlatılanları iyi anlayarak okumak icap eder.
Bu Kâinât Ağacı üzerinde işlem yapan zat, ki onun bu işlemi taa:
“Kün! Ol! ”
Emri tohumuna kadar ulaşır..
İşbu işlemi yapan zat; onun mayesinde unsu­ru sıktı..
Yayıkta salladı..
Taa zübbesi ve özü meydana çıkıncaya kadar..
O bununla da yetinmedi..
Sonra O süzüleni de yeniden süzdü..
Posası falan kalmadı..
Ne zaman ki o, bu ameliyeyi yaptı:
İşin özü ortaya çıktı.
Bundan sonra..
O öze, hidayet nurundan aktı.
. .. Ve böylece onun cevheri zuhura geldi..
Bununla yetinmedi; daha sonra onu, rahmet denizine daldırdı..
Ta ki, bereketi umuma şâmil olsun.
İşte.. bütün bu ameliyelerden sonra, ondan Peygamberimiz Muhammed (s.a.v) Efendimizin nu­runu yarattı.
Sonra onu, Mele-i Âlâ nuru ile süsledi..
Ta ki, aydınlığı çok olsun ve yükseldikçe yük­selsin..
Sonra..
İşbu nuru, her nurun aslı kıldı..
Durum böyle olunca, o nur, yazılış ve plân iti­barı ile başta gelir..
Ama zuhur sona kalmıştır baş­ka.. .
Yayılma ve dağılma itibarı ile, hepsinin önderidir.
Sürûr yönünden de müjdecileri.
... Ve.. güzellik tacını da, başlarına giydiren..
O, Hakkın üIfet defterinde, bir güzel vedia gibi durur..
Ve Hakkın ünsiyet cennetinde karargâhını kuran ve onun Zâtî ünsiyeti ile bir olandır..
Onun ruhaniyet mânâsını, cismaniyeti ile ka­padı..
Şuhud Âlemini de bu Vücut Âlemi ile örttü..
İyi düşün ki o, özene özene bu kâinâtın için­den çıkarılmıştır.
... Ve kâinât onun için yaratılmıştır..
Bunun nedeni de şu mânâdan anlaşılabilir ki:
Allah-ü Taâlâ, bu kâinâtı yaratırken, onlar üzerin­de gücünü göstermek için yarattı..
Onlara ihtiyacı olduğu için değil..
Allah-ü Teâlâ’nın bu kâinâtı yaratmasındaki hikmeti; suyun ve toprağın sûretini izhardır..
Düşün ki, Allah-ü Teâlâ. yarattıklarını yara­tırken ve bu mevcudatı meydana getirirken, hiçbir şey için:
       “Ben, yeryüzünde bir halife kılacağını..” (2/30)
Demedi..
Bu şerefe hiçbir şey nâil olmadı;
Âdemlik varlığından başka..        
        
Onun insan vücudunu meydana getirmesinde­ ki hikmet; ancak Peygamber (s.a..) Efendimizin şe­refini izhardır..
Çünkü bu cesetlerin meydana gelmesindeki hikmet onun vücududur..
Ki, kenziyet kâfi zuhur bulsun..
Yani:
      “Ben bilinmeyen gizli bir KENZ idim ”
Ya­ni: HAZİNE..           
Bu yaratılmışIardan beklenen; kendisini yara­tana karşı mârifet sahibi olabilmektir..
İşbu mârifet için tahsis edilen en güzide var­lık, Efendimiz Muhammed (s.a.)'in kalbidir.
Mârifet, tümden tasdik ve iman olunca..
Resûlullah (s.a.) Efendimizin mârifeti de sırf müşâhe­ ve âyan olunca..
Arada ne kalır..
Mârifet halini bulanlar, onun nuru ile buldu­lar.
Ki bunun böyle olduğuna hiç şüphe yoktur; sonra.. diğer yaratılmışlar da onun faziletini itiraf etmişlerdir..
Bu cihanın yaratıcısı, Hazret-i Resûlü (s.a.):
“Kün! Ol! ”
Emri çekirdeğinden meydana getirdi.
       “O bir ekine benzer ki; filizini yarıp çıkar­ iniş ve gittikçe kökünü kuvvetlendirmiştir.” (48/29)
Meâline gelen Âyet-i Kerîme de yine onu an­latır..
Ki bu kuvvetlendirme işini, onun ashabı va­sıtası ile yapılmıştır..
Sonra:
       “Onu kalınlaştırdı..” (48/29)
Cümlesi gereğince, zatına yakınlığı ile ona kuvvet vermiştir.
       “Kökü üzerine yükselmiştir..” (48/29)
Derken, onun sıhhatli bir zevke sahip olduğu­na işaret edilmiştir.
Sonra da şevke ve içli arzuya..
Vaktaki bu Muhammedi Ağacın gövdesi zuhu­ra geldi ve yükseldi..
Ve o ağaç yaprak verdi; büyüdü..
Sonra.. kabul bulutları, çevreden kayarak gel­di ve onun başını bürüdü..
İşte o zaman, onun var­lığı tam olarak meydana çıktı.
Böylece bütün yara­tılmışlar, onun zuhuru ile müjdeler aldı, verdi..
İnsan ve cin tayfası onun varlığı ile sevince gark oldu..
Onun kudumu ile, Kâinât baştanbaşa kokula­ra büründü.
Onun doğumu ile putlar, yerle bir oldu..
Onun bi'seti ile de, dinlerin eski hükmü men­suh oldu..
Kur’ân sırf onun tasdiki için nâzil oldu..
Kâinât Ağacı onun aşkına coştu.. taştı.. oy­nadı..
Sonra.. onda bulunanlar da, harekete geçti..
Ama hepsi.. renkler.. renkler ve bayramlıklar.. uçtu.. uçtu..
        
Bu Kâinât Ağacı'ndan kopan birtakım kim­seler, Şimâl Ehli oldu..
Yani solcu..
Yani solak..
Ya­ni, saadet ehlinin aksi..
Vaktaki risalet rüzgârı esmeye başladı.
Ki o risalet müjdesini şu Âyet-i Kerîme getirdi:
       “Seni ancak alemlere rahmet olarak gön­derdik..” (21/107)
İşbu nesimi havayı, tanı bir lütuf ve rahmet eseri olarak:
       “Kendileri için bizden iyilikler alan..”  (21/101)
Meâlini taşıyan Âyet-i Kerîmedeki mânâ gere­ğince tatlı tatlı kokladılar..
... Ve hoş bir rahatlıkla, o havaya doğru mey­lettiler..
Açıklanan Kelimler :
Sidre-i Münteha : Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.
Tafsil : Etraflı olarak bildirmek. * Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.
İnfaz : Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme. * Aldığı emre göre birisini öldürme. * Öte tarafa geçirme.
İlliy­yin : İlliyyun. (İlliyyîn) (Aliyyu. C.) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir.
Sic­cin : Sert, şiddetli olan şey. * Dâim olan. * Fâsık ve fâcirlerin amel defterlerinin konulduğu yer. * Cehennemde bir vâdi'nin adı. Fâcirlerin ruhunun gittiği yer.
Şekavet : Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık.
Teşhir : Göz önüne serme, gösterme. Sergi serip âleme ilân etme. * Meşhur ve nâmdâr kılmak. * Kılıç sıyırma.
Vedia : Emanet.
Vücud : Varlık. Var olmak. Bulunmak. * Cesed, cisim, ten, gövde.
Maye : Damızlık. * Esas. Temel. * Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde. * Para, mal. İktidar. Güç. * İlim. * Dişi deve.
Ashab-ı Yemin : Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için çalışanlar ve bunlara taraftar olanlar. Sağlam ve helâl dâiresinde çalışan kimseler. Cennetlik olanlar.
Ashab-ı Şimâl : Amel defterleri sol taraflarından verilecek olan cehennemlik kimseler. Solcular.
Mele-i Âlâ : Kerrubiyyun ve melâike cemaati. En yüksek hey'et. Melekler âlemi. Felekler ve unsurlar.
Kudum : Uzak ve uzun bir yoldan gelmek. * Ayak basmak. * İleri geçmek. İlerilik.
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
وَمَا مِنَّا إِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَّعْلُومٌ
      “ (Melekler şöyle derler:) Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır. Şüphesiz biz, orada sıra sıra dururuz ve şüphesiz Allah'ı tesbih ederiz.”   (Sâffât 37/164-166)
كَلَّا إِنَّ كِتَابَ الْأَبْرَارِ لَفِي عِلِّيِّينَ
      “Hayır! Andolsun iyilerin kitabı İlliyyûn'dadır.”    (Mutaffifîn 83/18)
كَلَّا إِنَّ كِتَابَ الفُجَّارِ لَفِي سِجِّينٍ
      “Doğrusu günahkârların yazısı, muhakkak Siccîn'de olmaktır.”    (Mutaffifîn 83/7)
فَأَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ
      “Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!”   (Vakıa 56/8)
وَنَادَيْنَاهُ مِن جَانِبِ الطُّورِ الْأَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِيًّا
      “Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık.”   (Meryem 19/52)
وَأَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ
      “Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar!”   (Vakıa 56/9)
وَإِذْ قُلْنَا لَكَ إِنَّ رَبَّكَ أَحَاطَ بِالنَّاسِ وَمَا جَعَلْنَا الرُّؤيَا الَّتِي أَرَيْنَاكَ إِلاَّ فِتْنَةً لِّلنَّاسِ وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ فِي القُرْآنِ وَنُخَوِّفُهُمْ فَمَا يَزِيدُهُمْ إِلاَّ طُغْيَانًا كَبِيرًا
      “Hani sana: Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur'an'da lânetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.”  (İsrâ 17/60)
قَالَ رَبِّ أَنَّىَ يَكُونُ لِي غُلاَمٌ وَقَدْ بَلَغَنِيَ الْكِبَرُ وَامْرَأَتِي عَاقِرٌ قَالَ كَذَلِكَ اللّهُ يَفْعَلُ مَا يَشَاء
      “Zekeriyya: Rabbim! dedi, bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre benim nasıl oğlum olabilir? Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir; Allah dilediğini yapar.”   (Âl-i İmrân 3/40)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَوْفُواْ بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُم بَهِيمَةُ الأَنْعَامِ إِلاَّ مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ
      “Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getiriniz. İhramlı iken avlanmayı helal saymamak üzere (aşağıda) size okunacaklar dışında kalan hayvanlar, sizin için helâl kılındı. Allah dilediğine hükmeder.”  (Mâide 5/1)
ِلَى رَبِّكَ مُنتَهَاهَا
      “Onun nihaî ilmi yalnız Rabbine aittir.” (Nâziât 79/44)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
      “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.”  (Tahrîm 66/6)
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
      “Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.” (Bakara 2/30)
لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
      “Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir.” (Fetih 48/29)
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
      “(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107)
إِنَّ الَّذِينَ سَبَقَتْ لَهُم مِّنَّا الْحُسْنَى أُوْلَئِكَ عَنْهَا مُبْعَدُونَ
      “Tarafımızdan kendilerine güzel âkıbet takdir edilmiş olanlara gelince, işte bunlar cehennemden uzak tutulurlar.” (Enbiyâ 21/101)
 Şeceretü’l- Kevn-4

Şeceretü’l- Kevn-4



Şeceretü’l- Kevn-4
Durum, aslında yukarıda anlatıldığı gibi olma­sına rağmen;
O kimseler ki nezlelidirler, ya da hu­zura kabul şerefinden mahrumdurlar..
İşte..
Hali yukarıda anlatıldığı gibi olanların
üzerine bir sam yeli eser; ama, ilahi kudretten..
İş böyle olunca, önce var olan tazelik gider..
Yeşil ve güzelken kurur..
Yüzündeki alameti kaybolur..
Eğer bir felah ümidi var idiyse, o da kalmaz gider..
Hepsi meyus ve mükedder olur..
Bu mübarek dalın bir sırrı vardır ki o:
Varlık Ağacının aşısından peyda olur.
Bir de vücûd sedeflerinin incisinden.
Yukanda bahsi edilen mübarek dal, anlaşıla­cağı gibi, Hazret-i Resûl'dür.
O yüce Resûl (s.a.v) bu Kâinât karanlığında bir lambadır..
Varlık cesedinin de ruhudur..
Allah-ü Teâlâ; yere ve semaya hitap etti ve:
“İkiniz de, ister isteyerek, isterse istemeye­rek, gelin...”  dedi..
Bunun üzerine onlar da:
      “İsteyerek geldik..”dediler..”  (Fussilet 41/11)
Ona, yani:
“Geliniz!..”
Emrine ilk icâbet eden Kâbe oldu..
Bu yerden..
Semâdan ise..
Tam Kâbe'nin hizasına gelen kısı .      
Ve.. O Kâbe toprağı, bir türbe oldu..
Yani: Zi­yaretgâh..
Sonra..
Yeryüzünde de bir iman mahalli..
Allah-ü Teâlâ, Âdem (s.a.v)' in yaratılması için yer yüzünden bir avuç toprak aldıracağı zaman,
Kâbe dışında kalan yerlerden de aldırdı..
Ve:
“Bu iyi! bu da kötü!.”
Diye bir ayırma yapmadı..
İyisinden de aldı.  
Kötüsünden de...
Ama Resûlullah (s.a.v) Efendimizin toprağı sa­dece Kâbe mevziinden alındı.
Ki orası, Allah-ü Teâlâ'ya iman mahallidir.
Sonra Resûlullah (s.a.v) Efendimizin toprağı ile, Âdem'in ki bir birine karıştırıldı.
Böylece, her ikisi de bir hamur haline geldi..
Ha.. az daha unutuyorduk:
Eğer Âdem’in top­rağına Resûlullah (s.a.v) Efendimizin toprağından bir katılma olmasaydı; Âdem (a.s.)'e icâbet eden olmazdı..
Ve.. Allah-ü Teâlâ'nın:
      “Ben sizin Rabbınız değil miyim?.”   (A’raf 7/172)
Sualine müsbet cevap verecek kudreti hiç kim­se kendinde bulamazdı..
İşbu anlatılan mânâ, Resûlullah (s.a.v) Efendi­mizin şu Hadis-i Şerifinde gizlidir:
      “Âdem su ile toprak arasında iken, ben Peygamberdim .”
Bu mânâyı iyi anlamak icap eder..
        
Bütün bu vücûd ve bereketi; Resûlullah (s.a.v) Efendimizin onlardaki bereketi sayesinde meydana geldi..
Vaktaki, Allah-ü Taaıa'nın muradı, onların kendilerine olan şehadetlerini almak oldu.. Onlara o şahadet günü sordu:
      “Ben sizin Rabbınız değil miyim?.”    (A’raf 7/172)
İş bu suale, çamurlarında, o nübüvvet hamurundan karışmış olanlar, hep birden:
“Evet!..”
Dediler..
Allah'ın izni ile dilleri açıldı; müsbet cevap verdiler..
Her kimin ki, tınetinde ondan bir parça vardı; ezelde kendisine o nübüvvet çamurundan bir nasib verilmişti; kendisi ile kaldı..
Her kimin ki, tınetinde ondan bir parça vardı;
Ezelde kendisine o nübüvvet çamurundan bir nasib verilmişti; Kendisi ile kaldı..
Ve.. bu aleme kadar geldi..
O nasip, onun arkadaşı oldu; bu his âleminde zuhur etti..
... Ve onun zuhuru bu âleme gelenin şeklinde oldu..
İşbu anlatılan mânâ, böyle zuhur eyledi..
Ta ki, esas dava hakikat ola..
... Ve anlatılan ruhanî mânâ, cismanî cesedin hizasında meydana gele..
Bir zamanlar, zulmete dalmışken; cesed de böylece nura gark olsun artık..
Onun gösterdiği yola diğer duygular da ay­dınlığa kavuşsun..
Ve.. ameli isyan değil; hep taat olsun..
        
O kimsenin ki tıneti bozuktur; ve o mübarek nasibi almaya kabillyeti yoktur..
. .. İşbu sebeple:
Ancak ondan bir eser kalmış­tır üzerinde..
Ki bu da, şâhidler huzurunda itiraf ettiği miktardır..
Ve o günkü ikrar yerinde kaldığı kadardır..
Daha fazlası yok.
Sonra.. aradan zaman geçince, ondan da eser kalmadı..
O kimsenin çamurundaki bozukluk sebepi ile o eser de yok oldu..
Kalmadı; eriyip gitti.
Sanki o mübarek maye onda bir emanet idi; dönüp geldiği yere gitti.
Çünkü o kimse, onu korumaya ehil değildi..
Bu bir iman işidir.
Ki, kâfir zümrenin kalbin­de emaneten durur..
Sonra.. ayrılır; gider..
O iman, ancak mü'min kulların kalbinde de­vamlı durur..
İşbu mânâ, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şu Hadis-i Şerîfinde gizlidir:
      “Her doğan çocuk, o yaratılış üzerine doğar ki, Allah-ü Teâlâ, onu, o şekilde yaratmıştır..”
Yani onlar:
      “Ben sizin Rabbınız değil miyim?..”   (A’raf 7/172)
Hitaba verdikleri cevapta aynıydılar..
Aynı hitabı duydular..
Ve:
“Evet!..”
Şeklindeki cevabı, birlikte verdiler..
Çünkü varlıkların meydana getiren zerrelerin hepsine, o nübüvvet hamuru sâri idi..
Çünkü ezeli ilim, öyle icâb ettiriyordu; onun gereği de mutlaka yerine gelmeliyell..
Nitekim eksiksiz geldi..
Her kim ki; verdiği karar üzerinde karar kıldı..
Onu, küfür ve inkar tuttuğu yoldan alamadı..
Hatta, bu Kâinât Ağacı hadiseleri de..
On­daki; büyüme, artma da..
Süsler püsler de..
Sonra..
Bazı, fikri meyveler de..
Bazı şevke ben­zer hatler de..
Muhkem zevkler de onu yolundan alamaz..
O mayeyi özünden silemez..
Kezâ, sırlar âlemindeki safa da..
Kezâ İlahî bağışın tatlı nesimi de ona bir za­rar vermez..
Ayın şekilde büyüyüp yükselen amel­ler de..
Kezâ iç âlemi temizleyen hâller de..
Nefis riyazetinden hasıl olan tatlı yeşil yaprak­lar da onun zararına olamaz..
Kalblerin, kendi kendine yaptığı münacaatlar da onu tesiri altına ala­maz.
Kezâ, sırlar âlemindeki dereceler, ruhanî mü­şahedeler de onun için önemli olamaz.
Onun gönlünde biten hikmet çiçekleri de ona dokunamaz..
Hatta, mârifet halinden doğan lütuflar da..
Kezâ, ötelere suud edip aşan tatlı nefesler de ona göre, hiç sayılır..               .
Sonra..
O kimsenin daldığı manevî umman ya­nında ünsiyet çiçeklerinin demeti nedir?
Ruhanî havanın esintisi nedir?.
Aslı üzerine kurulan, ihtisas ehlinin mertebe­leri nedir?..                     .
Özünde nübüvvet sırrını taşıyan, seçilmiş kul­lara verilen makamı neyler?..   
Yalnız mertebe olarak sıddıkların mertebesini ne 'der?
Hakk’a yakın kulların devâmlı münacaatı ne oluyor ki?.
Mahabbet ehlinin müşâhedesi de bunlara eklense yine de o nübüvvet sırrını taşıyan kimsenin gönlünde, bir yer tutamaz..
Belki de:
“Neden böyle?.. Bunlar bu kadar önemsiz mi ki?..”
Diyeceksiniz..    
Hayır öyle değil..
Mesele başka..
Çünkü bunların hepsi, Muhammedî Aşı’nın bir sonucudur..
Bütün bunlar, onun nurundan bir kıvılcımdır..      
Onun Kevser Irmağından akıp gelen bir boy­dur.. soydur.. koldur..
Onun iyiliği özünden hasıl olan bir gıdadır..
Onun hidayet beşiğinde bir mürebbidir..
Ter­biyecidir..
Yetiştiricidir..
İşbu sebepledir ki; onun bereketi umuma şâmildir..
      “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik..”   (Enbiyâ 21/107)
Âyet-i Celilesi gereğince, rahmet kanadı cümle yaratılmışlar üzerine gerildi..
Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şanı şerefi ki yukarıda anlatıldığı gibi oldu, onun bu şanını ve şere­fini tebcil için cihan sergisi açıldı..
Gece ve gündüz emrine teşhir edildi.
Şerefine merasimler tertip edildi..
Kıtaların hududu onun için tesbit edildi..
Nam-ı Şerifi, her yerde yad edilmeye başlandı..
Onu tasdik için, cümle embiyadan ahd alındı..
Bir de, onun hakikat bağına sarılalar diye..­
Onun şeriat gelini, bütün etbaına ve etrafına
tercih edildi..
Onun nübüvveti ile, peygamberlerin peygamberliği son buldu..
Kitabı ile de kitaplar.
Risaleti ile de risalet vazifesi hitam huldu..
Onun yüce şanını kısaca öğrendikten sonra, dinle..
Diyeceğimiz var:
Her kim, onun şeriatına sığınırsa..
Selâmeti bulur..
Kim onun, millet bağına yapışırsa..
Kurtulur..
Bütün bunlar, yani Selâmet ve kurtuluş, diğer peygamberlerde müşâhede edilmiştir..
Yâni, O'nun sayesinde..
Vaktaki Âdem (as.) Resûlullah (s.a.v) Efendi­mizi vesile ittihaz etti: Kınanmaktan kurtuldu.
Vaktaki, o yüce Nebi (s.a.v) İbrahim (as.)'in sulbüne intikal eyledi: Ateş ona, serin ve Selâmet oldu. ­
O yüce inci, İsmail sedefine girince, namınabir kurbanlık koç indi.
Bu Kâinât Ağacı'nda, Ashab-ı Yemin;
Yâni: Saadet ehli olan sağcılar dalının meyvesi şu Âyet-i Kerîmede gözükür:
      “Allah onları sever; onlar da Allah'ı sever­ler..”   (Mâide 5/45)
Ashab-ı Şimâl, yani sol cânibi tutan zümre da­lının meyvesi de şu Âyet-i Kerîmede beyan buyru­lur:
      “Sen onlar arasında bulundukça; Allah on­lara azab etmeyecektir..”     (Enfâl 8/33)
Sabikun, yani ilkler ve tam yakınlar dalının meyvesi ise, şu Âyet-i Kerîme ile beyan buyrulur:
      “Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Kendisi ile beraber olanlar, küffara karşı şiddetli; fakat kendi aralarında merhametlidir..”  
(Fetih 48/29)
İşte.. anlatıldığı veçhile, o yüce peygamberin bereketi bütün afâkı kapladı.
Onsuz hiçbir yer kalmadı..
Diyecekleri tamam oldu..
Hükmü ve nüfuzu her yanı tuttu..
Durum ki, anlatıldığı gibi oldu:
 Âdem (a.s.) onun isminin şeklinde yaratıldı..
Onun ismi ise, MUHAMMEDمُحَمَّدْ “  idi..
(aslı olan Arap harflerine göre..)
Şöyle ki:
Âdem'in (as.) başı bir daire biçimine girdi.
Ki bu: O mübarek ismin başındaki ( م  : Mim) oldu.
Ellerinin yana salmış şekli ile de, ( ح : Ha) meydana geldi..
Karnı ile de ikinci ( م : Mim) şeklini teşkil etti.
Ayaklarının açılışı şeklinde ise, ( د : Dal) harfini andırdı.
İşte..
Böylece Âdem (as.)'in sûreti:
Muhammed (s.a.v) lsm-i şerîfi sûretinde oldu..
Biraz da:
“Kâinât onun şekline göre yapıldı..”
Sözümüzü tafsil edeli .
Bilindiği gibi Âlem ikidir.
Biri Mülk,
Öbürü Melekut..
İlki bu görünen âlem (Şühud Âlemi) .
Öbürü de Gayb Âlemi..
Bu dış âlem, onun cismanîyetine, yani dış şekline göre tanzim edildi..
Öbür Gayb Âlemi ise, onun ruhanîyetine göre tertip edilmiştir..
Bu Süflî Âlemin kesafeti; onun zâhirî cisminin kesafetine göredir..
Ulvi Âlemin letâfeti ise, onun letâfeti ile ölçü­lür.
Yeryüzünde ne kadar dağlar varsa..
Hepsi yeri tutan direk hükmündedir..
Ki bu, onun mübarek cesedini dik tutan kemikler menzilesindedir..
Yeryüzünde ne kadar dolu deniz varsa..
Akan ve akmayan..
Tatlı veya değil.
Bütün bunlar onun damarlarında akan kan menzilesindedir.
Bir de onun aza geçitlerinde sâkin duran kan..
Onlardaki tatlıların çeşitli oluşlarına gelince:
Onların tatlarının çeşitli oluşlarına rağmen, durum bundan başka olmaz;
O ki, tatlıdır; tükrüğünü andırır..
Yenen ve içilen şeylere karışınca; onları güzelleştirir..
O ki, tuzludur; gözünden akan suya benzer.
Gözdeki yağı korur..
O ki, acıdır; kulak suyu böyledir.
Ki bu su, kulağı kurttan böcekten korur.
Bu su, ona zarar vermek için içeri gireni öldürür..
Onun mübarek ceset yüzüne gelince..        
Kıl biten kısımlar, münbit yere benzer.
Bitme­yen yerler ise, çorak yere, araziye..
Ve buradan bit­ki ummak muhaldir..
Sonra..
Yeryüzünde bazı büyük denizler vardır ki:
Onlardan bazı ırmaklar meydana gelir.
Bazan da, küçük akıntılar..
Ki, insanlar bu ırmak ve akın­tılardan faydalanır..
Bütün bunların benzeri, onun mübarek cese­dinde vardır..
Mesela can damarı ve diğer ona benzeyen damarlar…
Ki orası, bütün vücuda kan dağı­dır..
Hatta vücûddaki bütün damarlar, bütün kanını ve canını ondan alır..
Buraya kadar sayılanlar, onun süflî âleme ait bir misâli idi..
Ulvi âleme gelince..
Onun zâhirdeki misali de, Sema Âlemidir.
Anlatılacak misallerden çıkarmak mümkündür.
Allah-ü Teâlâ, oraya bir güneş yerleştirmiştir..
Ki onunla, yer ehlini aydınlığa kavuşturur..
Tıpkı semaya koyduğu güneş gibi, bu cesede de ruh koydu..
Ki bu cesed onunla yolunu bulur..
Ölüm sonunda kaybolup gidecek olsa..
Cesed tüm­den karanlığa gömülür.
Sonra cesetteki akıl da, semadaki aya benzer..
Bazan artar; bazan da eksilir..
O, önceleri küçücüktür..
Ki onun adı: Hilal'­dir..
Ki bu, çocuğa çocukluk anındaki aklı gibidir..
Sonra artar..
Ayın tamam olup bedir halini aldığı gecelerdeki gibi..
Sonra..
Gökte, beş yıldız yaratılmıştır..
Ki bun­lara:
      “Akıp akıp yuvasına dönen yıldızlar..”   (Tekvîr 81/16)
Meâline gelen Âyet-i Kerîme ile işaret edil­mektedir.. .
(Bunlar : Zuhal, Müşteri, Merih, Zühre, ve Utarid)
İşbu yıldızlara misal, insanda bulunan:
Tat­ma, koku alma, bir şeye değme, duyma ve görme­den ibaret olan duygulardır..
Açıklanan Kelimler :
Mahrum : Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak. * Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan. * İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.
Mahall : Yer. Mekân. Cây.
İcâbet : Kabul olmak. Kabul etmek. * Râzı olma, rızâ gösterme, muvafakat etme.
Nam : f. İsim, ad. Lâkab. Ün. Şan. * Vekillik. * Adres.
Risalet : Birisini bir vazife ile bir yere göndermek. * Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik. * Elçilik.
Selâmet : Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. * Neticede imân ile kabre girmek. * Edb: Doğruluk, sağlamlık.
İttihaz : Edinmek. Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak. Kabul etmek.
Sulb : Sert, katı. Taş gibi olan. * Omurga kemiği. * Sülâle, zürriyet.
İntikal : Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
Afâk : Dış âlem. Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire. * Etraf. Cihetler. * Mc: Görüş ve dönüş sınırları. (Zıddı: Enfüs'dür.)
Gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.
Süflî : Aşağıda bulunan. * Alçak, pek aşağı olan
Kesafet : Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
Letâfet : Hoşluk, lâtiflik. * Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek. * Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ اِئْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ
      “Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de «İsteyerek geldik» dediler.”   (Fussilet 41/11)
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
      Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.”  (A’raf 7/172)
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
      “(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.”   (Enbiyâ 21/107)
وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ فِيهَا أَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالأَنفَ بِالأَنفِ وَالأُذُنَ بِالأُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ فَمَن تَصَدَّقَ بِهِ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَّهُ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
      “Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o keffâret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.”   (Mâide 5/45)
وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
      “Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.”   (Enfâl 8/33)
مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاء بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا
      “Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.”   (Fetih 48/29)
فَلَا أُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ
الْجَوَارِ الْكُنَّسِ
      “Hayır! Akıp giden, bir kaybolup bir etrafı aydınlatan yıldızlara andolsun,”   (Tekvîr 81/15-16)
Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:
      Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Küntü nebîyyen ve Âdem’e beyne’l-ma’e ve’t- tin: Ben nebî idim, halbuki Âdem su ile toprak arasında idi.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.
      Ebu Hüreyre (radı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Her çocuk fıtrat üzerine doğar" buyurdu
Ve sonra da: “Şu âyeti okuyun" dedi:
      "Allah'ın yaratılışta verdiği fıtrat..." (Rum: 30/30).
Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözünü şöyle tamamladı:
"Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir.
Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi.
Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?"
Dinleyenler:
"Ey Allah'ın Resûlu! Küçükken ölenler hakkında ne dersiniz (cennetlik mi, cehennemlik mi?) diye sordular.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
"(Yaşasalardı) nasıl bir amel işleyeceklerdi Allah daha iyi bilir."
Bir başka rivayette:
"Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya başlayıncaya kadar şu din üzere olmasın" buyurulmuştur..
(Buhârî, Cenâiz: 80, 93; Müslim, Kader: 22, (2658); Muvatta, Cenâiz:. 52, (1, 241); Tirmizî, Kader: 5, (2139); Ebu Dâvud, Sünnet: 18, (4714)

Şeceretü’l- Kevn-5
Sonra Allah-ü Teâlâ Arş’ı ve Kursî'yi yarattı.
Allah-ü Teâlâ Arş’ı yarattı ve orayı kullarının kalbine bir yönelme yeri hâline getirdi..
... Ve orayı bir mahal eyledi ki: Eller oraya doğru uzanır.
Ama orası; ne Zât’ına bir mahaldir..
Ne de sı­fatına bir cinas..    
Belki de:
      “Rahmân istiva etti.” (Tâ Hâ 20/5)
Âyet-i Kerîmesine bakılarak bir hüküm verile­bilir; ama dikkat gerek..   
Rahmân, Allah-ü Teâlâ'nın bir ismidir.
İstiva ise; onun naati ve sıfatıdır..
Hâlbuki onun naati ve sıfatı Zât’ı ile kaimdir..
Arşa gelince..
Onun yarattığı mahlûk şeyler­ den biridir.
Ona bitişmiş değildir..
Hatta değmesi bile yoktur.
Ona yüklenmiş olamaz..
Kaldı ki böy­le birşeye ihtiyacı da yoktur.
Arş böyle..
Kürsî'ye gelince..
Orası sırlarına bir kapıdır. Nurlarına da bir örtü.. 
Şu Âyet-i Kerîme mânâsına göre, emanet ola­rak bırakılan cümle vedia oradadır:
      “Onun Kürsî'si yeri ve semaları kapladı..” (Bakara 2/255)
Şimdi..
Arş’ı ve Kürsî'yi biraz daha mânâlandıralı .
Yâni: Yüce Peygamberin (s.a.v) zâhirî var­lığına göre..
Kürsî menzilesinde sîne vardır..
Çünkü ilim­lerin tahsilâtı oradadır.
Orası, kalb ve nefis kapısına açılan bir saha gibidir.. ­
Sonra.. ondan iki kapı açılır.
Biri nefse..
Öbü­rü de kalbe..
Oradan dışa akanlar, iki şekilde gelir.
Biri ne­fisten, öbürü de kalbden.
Gelenler, kalbden gelir; hayır olur..
Ya da ne­fisten şer olarak gelir..
Ne gelirse gelsin; hepsinin hasılat yeri sînedir..
Diğer duygulara da oradan yayılır..
İşbu anlatılanlar, şu Âyet-i Kerîmenln mânâ­sını ifade eder:
      “Sînelerde olanlar, derlenip toplandığı vakit..” (Adiyât 100/9-11)
.
Kalb de Arş menzilesindedir..
Onun bir Arş’ı semadadır ki yeri bellidir..
Ama öbürü yeryüzünde bir mesken hâline getirilmiştir..
Sonra..
Kalblerin Arş’ı, semadaki Arşlardan çok daha faziletlidir..
Çünkü semadaki Arş, bir şeyi içine alamaz.
Herhangi bir şeyin hâmili de değildir..
Kaldı ki, bir idrake de sahip değildir..
Ama bu kalb olan arş, öyle bir şeydir ki, her zaman ona Hakk nazar eder…
Onda tecellîsini göste­rir..
Sonra..
Ona semadan keremini indirir..
Aşağıdaki kudsî hadis, bu mânâyı pek güzel dile getirir:
      “Beni semalarım alamadı.. Kezâ yerim de.. Ama mü'min kulumun kalbi beni aldı..”
Sonra, Allah-ü Teâlâ, âhiret âleminde, cenneti ve cehennemi yarattı.  
Oralarda nimetler ve azablar sakladı..
Onların biri, hayrın hazinesidir.
Diğeri şer an­barı..
Tıpkı bunun gibi, dünyada hayrın hazinesi, kalbin siyah noktacığıdır..
Hayra mekan orası­dır..
Ve.. orası, mü'min kuluna Hakk cennet eyle­miştir..
Çünkü arası, müşâhede mahallidir..
Çünkü orası, tecellî ve münacaat mahallidir..
İnen ilhamın; vahyin yeridir..
Çünkü, nurların menbaıdır; kaynağıdır.. gö­zesidir..
Nefis ise, cehennem menzilesindedir.
Sebebi­ne gelince, orası şerre bir kaynaktır..
Vesvesele­rin mahallidir..
... Ve şeytanın otlağıdır..
Zulmet, ve karanlık yeridir..
Levh ve kalem ise, kâinât ve yaratılış kita­bından bir nüshadır..
Taa, kıyamete kadar olmuş ve olacakların yerini belli eden bir kitabın sûretidir ..
Melekleri; kendilerine emr olunan intinsah et­mek içln yarattı..
Onlar, kendilerine gelen emri yazarlar..
Mah­vî yazarlar, isbatı yazarlar..
Ölümü yazar; hayatı yazarlar..
Eksiği yazar; artığı yazarlar..
Bu durumda zâhirdeki bu dil; kalem menzi­lesindedir.
Sîne ise: Levh..
Dilden ne çıkarsa..
Zihin onu, sînelerin levha­sında rakama döker..
Kalb idaresi, sîneye ne sarkıtırsa..
Dil ondan anlatmaya başlar..
Tıpkı bir tercüman gibi..
Sonra..
Allah-ü Teâlâ, duygularını kalbin elçileri eyledi..
Mesela:
Kulak onun bir elçisidir; ama casu­su olarak..
Göz onun, yani kalbin bir elçisidir; ama bek­çisi olarak
Keza, dil onun bir elçisidir; ama, tercümanı olarak..
Sonra, Allah-ü Teâlâ, insanda bir başka has­sa yarattı..
Ki bu: Bir delildir..
İşbu delil, kendi Rububiyetinedir.
Bir de, Hz. Resûl'ün Risaletine dairdir.
Ve.. bu delil; bizatihi insanın, görünen dış ya­pısıdır..
Vakta ki, bu insanın dış yapısı, bir müdebbi­re muhtaç duruma düştü:
Başlıca onun müdebbiri ruh oldu..
Ama bu ruh, onda tek bir müdebbir oldu..
Ama bu ruh, görülmez..
…Ve onun belli bir şekli de yoktur..
Sonra…
Cesette, ona tahsis edilen belli bir yer de yoktur..
Cesette herhangi birşeyin hareketi, ancak on­dan, yani ruhtan gelecek bir şuurla ve onda beli­recek bir arzu ile olabilir..
İnsan;
Bir şeyin herhangi şekliyle var veya yok olduğu hissini mi duyacak,
Ya da bir şeye do­kunup durumunu tesbit mi edecek?.
İşte..
Bütün bu anlatılanlar, ancak insandaki ruhla tahakkuk etmektedir.
Tıpkı yukarıda anlatıldığı gibi..
İnsan için ruh nasıl elzem ise..
Yâni bir müdebbir olarak..
Yâni bir yönetici olarak..
Bize görünen ve görünmeyen âlemler için de, aynı şekilde bir müdebbir ve bir yönetici gere­kir..
Yâni: İnsanları da içine alan âlemlere bir ruh elzemdir..
... Ve bu, vardır..
Sonra..
Bu kâinâtın yöneticisi için bazı vasıfların bulunması gerekir..
Ki, o vasıfların, başında şunlar gelir:
Tek olmak.. Yâni: Vâhid..
Âlim olmak.. Yâni, o yüce yöneticinin yurdun­da olup bitenleri tümden bilmesi icâb eder..
Bütün hadiselere hakim olmalıdır.. Yâni: Kâdir.. olmamasına veya olmasına..
Ve.. böyle bir Zât vardır..
Hem de şüphesiz..
Onun bir belli şekli yoktur..
Yâni: Keyfiyet­ten münezzehtir..
Kezâ; benzeri, misali de yoktur..
Görülen bir şey de değildir..
Bir yeri, mekânı da yoktur.
Parçalanmış, bölünmüş veya böyle bir parçalanma ve bölünme gibi şeyler de onun için keza düşünülemez.. .­
Hissi bir vasıta ile, elle tutulan ve dağıtılan bir şey olması da imkansızdır..
Ondan bir parça koparılıp alınamaz da..
Bütün bu sayılanlar, onun şanım, şerefini anlatmak için sayıldı..
İşte onun durumu, sonradan olma fânilerin durumuna hiç uymaz..
Onu daha iyi anlayabilmek için meâli şu olan Âyet-i Kerîmenin ruhuna nüfuz etmeye çalışalım:
      “O'nun benzeri yoktur O, görür, işitir..”  (Şûrâ 42/11)
Allah-ü Teâlâ'nın iki Resûlü -elçisi, sefiri- vardır.
Biri zâhirde, yani dışta.. madde plânında..
Öbürü de bâtında.. Yâni ruh ve mânâ plânın­da..
Zâhirdeki Resûlü: MUHAMMED-ür-RESÛLULLAH (s.a.v)
Bâtındaki Resûlü: Cibril.. (as.)
Cibril, Allah-ü Teâlâ'nın manevî bir elçisi­dir;
Bunu demeye hacet yok.. Çünkü: Resûlullah (s.a.v) Efendimize, ümmeti huzurunda vahyi geti­rdi..
Ama, onu ne kimse görebilirdi..
Ne de his­sedip sesini duyabilirdi..
Hâliyle, tanımaları da mümkün olmadı..
Bu nasıl böyle ise..
Yâni: Kâinâtı yaratan yüce Hakk’ın nasıl iki elçisi varsa,
Bu insan yapısı­nın idare edenin; ki, o: Ruhtur..
İşbu ruhun da iki elçisi vardır..
Yâni:
Biri zâhirîdir.. diğeri de bâtınî..
Ruhun, insandaki bâtıni elçisi; iradedir..
Zâhirî elçisi de, dil..
İrade; bunda, Cibril menzilesindedir. Vahyini dile iletir..
Dil ise, iradenin bir tâbircisi ve tercümanı­dır.. ­
Yukanda; irade nasıl Cibri makamında gös­terildi ise; dil de, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin du­rumuna bir misâl olarak gösterilebilir..
Durum bu olunca..
Şimdi; her şeyin delilini kendinde araman gerek..
Sonra.. Allah-ü Teâlâ; senin varlığında.
Onun yani, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin nübüvvetinin sıhhatına ve risaletinin doğruluğuna nasıl delil­ler ihdas etmişse..
Aynı şekilde, getirdiği şeriatın sadakatine de deliller ihdas etmiştir..
Kezâ, sünnetine uymak yönünden de..
Hâl böyle olunca..
Esas beş elde toplanır..
Aşağıda sayılacak bu esas şeyin hepsi beş üze­rine kurulmuştur..
Ki o beş esasın başta gelenini başlıca;
      Resûlullah . (s.a.v) Efendimizin şu Hadis-i Şerlerinde bula­biliriz..
Şöyle buyurdular:
“İslam, beş temel üzerine kuruldu..
a) Allah'tan başka ilah olmadığına ve Mu­hammed, Allah'ın Resulü olduğuna şehadet et­mek..
b) Namaz kılmak..
c) Zekat vermek..
d) Ramazan ayında oruç tutmak..
e) Allah-ü Teâlâ'nın mukaddes beytini tavafetmek..”
Birinci esas buydu.
İkincisine gelince:
Farzolan namazlardır..
Ki bu da beştir.. ­
Üçüncüsüne gelince:
Bu da zekattır ki..
Ni­sab itibarı ile, bu da beştir.
Nisab : İki yüz dirhem gümüşün zekatı beş dirhem olduğu gibi..
Dördüncü esasa gelince:
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz ve onunla beraber olan dört halifesidir..
Ki onlar: Hz. Ebubekir, Hz. ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'dir..
Allah onlardan razı olsun..
Beşinci esas ise; Ehl-i Beyttir.
Ki bunlar: Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Ha­san ve Hüseyin'dir..
Allah onlardan razı olsun..
Şimdi dinle..
Dini erkanın yerine getirilmesi, ancak,
Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şeriatını bihakkın yerine getirmekle, ashabına karşı sevgi ve yakınlarına bağlılıkla mümkün olacağına göre..
Yukanda sa­yılan beş şeyin herbiri için sende deliller kıldı; bak..
Yâni: Yukarıda sayılan beş şeye..
Başta, İslam'ın binası olarak kabul edilen beş şeye; sendeki benzer, beş duygundur.
Yâni: İşitmen, görmen, tutman, koklaman ve tatman..
İşbu duyguların herbiri ile ayrı ayrı şeyleri
tadar ve değişik şeyleri öğrenirsin..
Kezâ yukarıda sayılan beş erkanla da, herşeyin manevî zevkine erersin.
İrfan sahibi olursun..
Rahmân olan Allah-ü Teâlâ'ya karşı mârifet sa­hibi olursun..
Yakin hâllerine dair ilimleri bulur­sun..
Önce göz duygusunu ele alalım:
Bu, seni na­mazın erkâlarını yerine getirmeye davet eder..
.
      Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:  “Gözümün nuru namazdadır..”
.
Hadis-i Şerifini bu mânâda buyurmuştur.
Bir şeyi ellemek, tutmak, almak ise, seni zekâtın edasına davet eder..
Alah-ü Teâlâ habibine şöyle ferman buyur­du:
      “Onların mallarından belli bir kısmını sa­daka olarak al..”   (Tevbe 9/103)
Zevk duygusuna gelince..
O da seni, yemek tadını almayı terke davet eder.
Ta ki; oruç vazi­fesini eda edebilsin..
Duyma işine gelince..
O da seni, hakiki daveti duymaya çağırır..
Bu davet, şu Âyet-i Kerîme ile sabittir:
      “İnsanları, hacca davet et..”  (Hac 22/27)
Koku alma. duygusuna gelince.
O da, tevhid nefeslerini almaya çağırır..      
Bu mânâyı da, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şu Hadis-i Şerifinden anlıyoruz:
      “Ben Rahmân'ın nefesini; Yemen cânibin­den almaktayı .”
İşte..
Anlatıldığı gibi, sende ve her insanda bulunan bu beş duygu, seni beş erkânı ikameye davet eder.. .
Anla, bul ve yoluna koyul..
Sağ elinde beş parmak yaratıldı.
Bu, Hazret-i Resûl ve onunla beraber olan dört halifeye dela­let eder..
Yâni: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'dir..     
Allah onlardan razı olsun.
Açıklanan Kelimler :
Arş : Bağ çardağı. * Gölgelik. * Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.)
Kursî : Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. * Taht, serir. Erike. Koltuk. * Kaide. * Merkez. * Vazife. * Saltanat, kudret ve mülk. * Başkent, hükümet merkezi. * Mânevi makam. * Arş'ın altına bir semâ tabakası. (Bak: Arş)
İstiva : Müsavi oluş. Temasül. * İ'tidal, istikamet ve karar. * Kemalin sâbit olması. * Kaba kuşluk zamanı. * Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak. * İstila eylemek.
Sîne : f. Göğüs. Sadır. Kalb.
Müdebbir : Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören. * İlmi ile her şeyin akibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan Allah (C.C.).
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى
      “Rahmân, Arş'a istivâ etmiştir.” (Tâ Hâ 20/5)
اللّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
      “Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.”  (Bakara 2/255)
وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ
      “ Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman insan (halinin ne olacağını) düşünmez mi? Şüphesiz Rableri o gün onlardan tamamıyle haberdardır.”   (Adiyât 100/9-11)
فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
      “O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.”   (Şûrâ 42/11)
خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِم بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلاَتَكَ سَكَنٌ لَّهُمْ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
      “Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir.”   (Tevbe 9/103)
وَأَذِّن فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلَى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ مِن كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ
      “ İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.”
(Hac 22/27-28)
Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:
Hadis-i Kudsî:
       Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Mâ vese’ani ârzi ve lâ semâi, ve vesa’ani kalbi abdi’l-mu’minun : Yere, göğe sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım.” Buyurmuştur.
      Abdullah İbni Ömer (ra)’dan: “Bana babam Ömer İbni Hattab (radiyallahu anhu) rivayet etti. Dedi ki: “Bir gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanında bulunduğumuz sırada aniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zât çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri gözükmüyor; bizden kendisini kimse tanımıyordu. Doğru Nebî (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uyluklarının üzerine koydu ve: “Yâ Muhammed! Bana İslâmın ne olduğunu haber ver!” dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “İslâm ALLAH’tan başka ilâh olmadığıına, Muhammed’in de ALLAH’ın Resûlü olduğuna şehâdet etmen; namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt’i haccetmendir.” buyurdu. (o zât): “Doğru söyledin” dedi. Babam dedi ki: “Biz buna hayret ettik. (Zîrâ) hem soruyor hem de tasdik ediyordu. “Bana imândan haber ver!” dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “ALLAH’a, ALLAH’ın meleklerine, Kitâblarına, Resûllerine ve âhiret gününe inanman ve bir de kadere; hayrına şerrine inanmandır.” buyurdu. O zât: “Doğru söyledin.” dedi. (Bu sefer): “Bana ihsândan haber ver!” dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “ALLAH’a O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni muhakkak görür.” buyurdu. O zât: “Bana kıyâmetten haber ver!” dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Bu meselede sorulan sorandan daha âlim değildir.” buyurdu. O zât: “O hâlde bana onun alâmetlerinden bâri haber ver!” dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Câriyenin kendi sahibesini doğurması ve yalınayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir.” buyurdu. Babam dedi ki: “ Bundan sonra o zât gitti. Ben hayli bir müddet (bekledim) durdum. Nihayet Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bana: “ Yâ Ömer! O sual soran zâtın kim olduğunu biliyor musun?” dedi. “ ALLAH ve Resûlü bilir.” dedim. “ Gerçekten o Cibril’di. Size dininizi öğretmeye gelmiş.” buyurdular.”
(Müslim, Îmân)
      Hz. Ali (r.a.) rivayet ediyor: “Tabiînin en hayırlısı Veysel Karanîdir”
(Hâkimin Müstedrek)
.
      Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Sizin sürdüğünüz dünya hayatında (iki şey) bana hoş göründü: Kadın ve güzel koku; bununla beraber namaz kılmak gözümün nûrudur.” buyurdu.

 (Nesâî, 28/2,36/1; İmâmı Ahmed, Müsned III-128,285)

Şeceretü’l- Kevn-6
Şimdi bir menkıbe:
Allah-ü Teâlâ Âdem (as.)'i yarattığı zaman,
Peygamber (s.a.v) Efendimizin nûrunu onun alnın­da kodu..
O nûru gören melekler, Âdem (as.)'i karşılı­yor ve ona selâm veriyorlardı..
Âdem (as.) ise onu göremiyor; bu sebeple üzülüyordu..
Yalvardı :
“Ya Rabbi! Oğlum Muhammed'in nûrunu ben de görmek dilerim!
O nûru, gözümün görebileceği duygularım­dan birine getir..
İşbu duaya icâbet oldu; ve o nûr, sağ elin şehâdet parmağına geldi.
Âdem (as.) ona bir baktı..
Ne görsün..
Parlı­yor..
Nûrlu mu, nûrlu..
Hemen o şehâdet parmağını kaldırdı ve şeha­det getirdi:
.
“Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur.. Ve Muhammed Allah’ın Resûlüdür..”
.
O şehâdet parmağına:
“Musabbaha..”
Adının verilmesinin sebebi de bu şehâdettir.
Bundan sonra..
Âdem (as.) münacaat etti ve yalvardı:
“ Ya, Rabbi! Sulbümde bu nûrdan kalan var mı?..”
Şu cevabı aldı:
“ Evet var.. Ki onlar, onun ashabıdır.. Arkadaşlarıdır..­
İşte adları: Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali..”
Bundan sonra.
Onların nûrunu da Âdem'in (as.) göreceği yere getirdi..
Hz. Ali'nin nûrunu Âdem (as.) in baş parma­ğına getirdi..
Hz. Ebubekir'inkini orta parmağına,
Hz. Ömer'in nûrunu onun yanındaki parmağa..
Hz. Osman'ınkini küçük parmağa yerleştirdi..
Bundan sonra..
Âdem (as.)'e şöyle denildi :
“Böyle yapışımdaki hikmet odur ki: Hepsini avuç içinde rahatça kavrayabilesin..”
Yâni muhabbet üzere..
Ve aralarında bir fark  gözetmeyesin..
Yâni, Muhammed (s.a.v) ile bu dört halifesi arasında..
Çünkü Allah-ü Teâlâ, şu Âyet-i Kerîme ile onların aralarını bir eyledi:
      “Muhammed Allah’ın resûlüdür.. Ve onun­la beraber olanlar..” (Fetih 48/29)
        
SOL eldeki parmaklara gelince..
O da; beş var­lığa delalet eder ki..
Onlar da Ehl-i Beyt'tir..
Onlar, öyle bir Ehl-i Beyttir ki;
Allah-ü Teâlâ, onlardan kiri gidermiştir:
Bu durum şu Âyet-i Kerîme ile de sabittir:
      “Allah’ın muradı odur ki, sizden kiri gidere.. Ey Ehl-i Beyt.”   (Ahzâb 33/33)
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bu Âyet-i Kerîme için şöyle buyurdu:
      “Bu ayet hakkımızda nazlı oldu. Ben, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin..”
Ayak parmaklarına gelince..
O beş parmak sana bir başka mânâların kapısını açmaktadır..
Ve beş vakit namazı hatırlatmaktadır..
Ki Allah-ü Teâlâ onları farz kılmıştır..
Ve sen, onları ayakta edâ edeceksin..
Ayak ve ondaki parmaklar, yeryüzünde Allah'ın hizmetçileridir..
Hİzmetçllik ise, ancak ayaklarla olur..
İşbu mânâ icâbı, sağ ayağın, beş vakit nama­zı hatırlatmaktadır..
Sol ayağın parmakları ise..
Zekat nisabına işa­rettir..
Ki o nisab: İkiyüz dirhemde beştir..İşte..
Sol ayağın parmaklarının beş oluşu bu beşe işarettir..
Namazla zekat, yanyana gelir.
Bu sebeple iki ayağın parmakları yanyana namaza ve zekata işaret sayılır.. ­
        
Sonra.. Allah-ü Teâlâ, sende ölüme ve dirilme­ye delâlet eden şeyleri de yarattı..
Aynı şekilde; kabir azabına ve nimetine delâlet eden şeyi de yarattı..
Bütün bunlara delâlet eden:
Uykudur..
Uyuyan kimse, kötü bir düş görürse.. sıkılır.. azap görür..
Kaldı ki, uyuyan kimse; dıştan bakılınca.. ölü­ye de benzer..
Duyguların o an için kaybeder..
Duyamaz, göremez ve bir şeyi idrak edemez..
Uykudan uyanınca..
Allah-ü Teâlâ, ona yeni­den görme duygusunu verir.
İşitme hassesini geri getirir..
İdrak ihsan eyler..
Bundan sonra o:
Görmeye ve duymaya baş­lar..
Yâni: Görme ve duyma hassesi ile..
Yâni: Bu zâhirdeki kulak ve göz vasıtası ile..
Bütün bu olanlar; uykuda olur ki, orada, bu göz yoktur..
Sonra.. orada görmeye başlar.
Bakar ki, nef­si istediği yöne gidiyor..
Yiyor ve içiyor..
Bütün bunlar, ölüp kabre giden bir kimsenin kabrinde görebileceği cinsten şeylerdir:
Nimet ve azab cinsinden..
Ve.. kabirde olacak bu işler; öldükten
dirilinceye kadar geçen zaman arasında olur..
Uyku zamanın tamam olunca..
Allah-ü Teâlâ seni diriltir..
Ama senin arzunla değil..
Senin dileğinle değil..
Uykudan hiç uyanmamayı başarabilsen.
O za­man, öldükten sonra; dirilmemeyi de başarır sayı­lırsın..
Ama bu senin için muhal..
İşbu durum; öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin yalanını meydana çıkarır..
Onların bu inkarı, sadece bilgisizliklerini or­taya atar..
İşte..
Bu inkarcı zümre, dehriyye ve zındıklar namları ile bilinen feylesoflardır..
Sonra..
Anlattığımız mânâ; kabir azabını, nimetini ve sorgu suâli kabul etmeyenlere de bir reddiyedir..
Ki, bunlar da: Muteziledir..
Bilesin..
Allah-ü Teâlâ, halkını üç sınıf olarak yarattı..
... Ve bunların târifini de, şu şekilde yaptı:
      “Allah-ü Teâlâ her canlıyı sudan yarattı.. Ve onlardan bir zümre karm üzerine sürünür..”   (Nûr 24/45)
Ki bunlar, yılan ve o tip hayeanlardır..
      “Onlardan bir başka zümre de, iki ayağı üzerine yürür..”   (Nûr 24/45)
Bunlar da, kuşlar ve insanlardır..
      “Bunların dışında kalan bir kısım ise.. dört ayak üzerine yürür..”  (Nûr 24/45)
Bunlar da, çeşitli hayvanlardır..
Sonra..
Bunlar arasında bir kısım var ki; sec­de eder bir hâldedir.
Bir başkası da rükû duru­munda..
Daha başkası da daima ayakta..
Ayakta olanlar, ağaçlardır.
Bir de duvarlar..
Ki bunlar, rükûa varmaya güçlü değillerdir.
Rükû durumunda olanlar da, dört ayaklı hayvanlardır.
Bunların ne secdeye, ne de kıyama güç­leri yeter..
Secde hâlinde olanlar da, cümle haşerelerdir.
Bunların da, asla kalkmaya güçleri yetmez.
Bütün bu yaratılmışlar, şekilleri ne olursa ol­sun.
Hepsi, Hakk’ın taatı için yaratılmıştır.. Ve onun Zât’ının kudsiyetini ikrar için..
İşbu sözümüzün delili:
Şu Âyet-i Kerîmedir:
      “Onu tesbih etmeyen hiç birşey yoktur..”   (İsrâ 17/44)
Yukarıda yapılan izahtan da anlaşılıyor ki: Allah-ü Teâlâ, bütün yarattığı mahlukun ibadet şekillerini, senin yaptığın ibadet şeklinde cem et­ti..
Kezâ taatlerini de..
Ve bu ibadet şekillerini önüne bir sergi gibi açıp serdi.
Durum bu olunca; ona ibadetini istediğin şe­kilde yapabilirsin..
Dilersen ayakta..
Arzu edersen rükûda..
Ve secde hâlinde..
... Ve sen:
Durumun müsaid olduğu için..
Bu şekillerini yaparsın..
Bunun bir hikmeti odur ki:
Sen, bütün yara­tılmışların yaptığı ibadet, taattan aldığı ecri alabilesin..
Anlatılan sebepledir ki:
Sana pek önemli bir ibadet olan namazı farz kıldı ve onda: sair halkı­nın yaptığı ibadetlerin tüm şeklini topladı..
Böylece:
Ayakta duranların faziletini, rükû edenlerin faziletini, secde edenlerin faziletini sa­na İhsan eyledi..
Her varlığın özü olarak kasd olunan mânâ sensin..
Sensin kulların seçmesi..
Yâni: Murad olan,
Hakk’ın arzusuna göre..
Bütün bu anlatılanlar, yukarıda geçen şu:
“ Allah-ü Teâlâ, Âdem (as.) 'de yarattıkları­na MUHAMMED ismini şeklini Verdi..
Mânâsına alınan cümledeki özlü mânâ gibi, kâinâtı da, kendi Zât’ının resmine göre halk etti.
Şunu da bil..
Cümle gök ehli, bu Kâinât Ağacı'nın faydasına teshir edilmiştir..
Hepsi, onun yararına istimal edilir..
Onun hakkını edâ için, kaimdirler..
Çünkü..
Çünkü onda, mübarek MUHAMMEDÎ dal vardır..
AHMEDÎ vasfını taşıyan nûr vardır..
Şu bir hakikattir ki; yokluk gecesinin zulme­tini ilk açan, varlık gündüzünü parlatan MUHAM­MEDÎ güneşin nûrlandır..
Ki bu nûrlar, Âdem (as.)'in alnında parladı ve melekler onun için secdeye kapandı..
Ve şöyle dediler:
“ Arşın sultanı MUHAMMED'dir… Hem' de ebedi..”
Vaktaki o melekler secde emri alıp secdee et­tiler; ve müşâhedeye tahsis edildikleri için de müşâhedeye erdiler..
Göreceklerini gördüler..
İşte..
Bütün bu görüp ettiklerine bir şükran borcu olarak kendilerine şu emir verildi:
“Mücahede ayağı üzerine durasınız..
Ki bu bir hizmet için olacaktır.
İşbu hizmet:
Ol bir ağaç için olacaktır ki.
İş­te.. o ağacın aslı bu görüp müşâhede ettiğinizdir..
Sonra..
Bu hizmetinde bulunacağınız varlık öyle bir devlettir ki; ona bağlanmanın ve çözülmenin yolu yine bu görüp müşahede ettiğinizdir..
Durum bu olunca..
Artık kısım kısım ayrılı­nız..
Ve herbiriniz, bir başka vazife görmelidir.
İçinizden bir kısım kimseler ayrılsın..
Ki bun­lar: Sefere, adı ile anılacaktır..
Yâni: Yazıcılar zümresi..
Mukaddes ve pak kitapları yazacaklardır..
...Ve bunlar o kitapların imlâ hizmetinde bu­lunacaklardır..
İçinizden bir kısım kimseler de: Berere, adı ile anılacaktır..
Ki bunların vazifesi de; bu Kâinât Ağacı korusunda dolaşmaktır.
... Ve bunlar, o ağacı koruyacaklardır..
İçinizden bir başka zümre de:
Hamele olmalıdır..
Yâni: Taşıyıcı..
Yâni: Kulların amelini taşımaya memurdur..
Kalan kısımlar arasında; tevbe eden kulları hoşnud etmek için vazife alanlar da olacaktır..
Yine içinizden o kulların yüzünü, günahla­rın tozlarından temizleyip yıkayacak bir zümre olsun..
Yâni: İstiğfar suyu ile..
Sonra bunlar, yeryü­zündekilere, istiğfar da edeceklerdir...
... Ve aranızdan HAFAZA namı ile birtakım melekler ayrılsın..
Ki bunlar, kulların lehinde ve aleyhinde olan işleri yazacaklardır..
Taşımalıdır ki:
Onlar da kendilerine rızk ihsan eden Zât’ın taatı ile olalar..
Sonra..
İçinizden bir kısmınız rüzgar İşi ile meşgul olmalı..
Bir kısım kimseler de, bulutları yürütmeli
Bir başka zümre de, denizleri doldurmalı..
Yağmur sularını indiren de olmalı..
Kezâ dam­laları muhafaza eden de..
Yine aranızdan geceyi saran bir zümre ayrıl­malı.
Bir de gündüzün gelmesini sağlayan..
Aranızdan takipçiler çıkmalı..
Ki bunların vazifesi de kulların duygularını günahtan korumaya çalışmak olacaktır..
Afetleri, belaları ref'eden bir zümre de olma­lıdır..
Bir de, cenneti süsleyen zümre.
Bir de, cehen­nemin alevini kızıştıran..
Vaktaki, melekler arasında vazife taksimi yapıldı..
Ve.. dünya evi bir düzen ve nizam üzerine kuruldu..
...Ve Hakk’ın arzu ve irade bardakları; yani, emirnâmeleri orada hazır olanlara sunuldu..
Hatta bunun için bir de meclis kuruldu..
İşbu meclise ilk gelen iblis, yani:
Şeytan ol­du..
Doğrusu, onun gelişi görülmeye değerdi..
Tes­bih ve taklis libasına bürünmüştü..
Şöyle ki: Sırtında bir cübbe.. elinde tesbih.. di­linde zikir..
Amma içi, hiç de göründüğü gibi değildi.
İşte..
Ne zaman ki: İblis orada hazır bulundu ve manzaranın güzelliğini seyretti..
Şöyle bir mârifet alanına çöreklendi ve etrafa iyice bir göz gezdirdi..
Kısacası:
Bütün bu. güzellikler, ancak onun inkarını artırdı.
İsyanında ısrara karar vardı..
Ama içten.
Henüz dışta birşey yoktu.. 
Sonra o gördüklerini gözünde küçülttü..
Kıy­metten düşürmek istedi.
O, su ile toprağın hak­kını inkâra koyuldu.
Hakir gördü onu..
Vaktaki: O, bu hâlet içinde iken; kendisine:
“Safa kadehin içinde secde et!”
Emri verildi..
Çekindi.. içindekileri dışa vur­maya başladı..
İrade kadehini taşırdı..
Ve.. o meclisteki sohbetin tadını alamadı..
Gam ve vesvese karanlığına dalıp gitti.
Bu hâl içine dalıp giderken:
İyi amelini ve il­mini aramaya koyuldu..
Ama boş.
Bir de; ne gör­sün:
Ne ilim, ne amel.
Bunlarda iyilik namına hiçbir şey yok..
Böylece…
Bir ümitsizlik içine düştü..
Ve bu ümitsizliğin dar geçidine sığındı..
Ve.. ne yolda ümidi kaldı; ne de yolcularda..
Bu onun için ağır bir darbe oldu..
Durmadan bu manveî darbelerin ağırlığı üzerine çöküyordu..
Artık tutunacağı bir dalı kalmamıştı.
Başla­dı söylenmeye:
      “Onları şaşırtacağı Onları boş temen­nilerle avutacağı Onlara emirler vereceği .”   (Nisâ 4/119)
Gibi sözler etti..
O, böyle derken Kader-i İlâhi şu karşılığı veriyordu:
“Ben onlara, iman nişanları yazacağım!”
Diyor ve buna bir gerekçe olaraktan şu ilâhi fermanı okuyordu:
      “Çünkü, senin kulların üzerinde bir saltanatın olamaz..”   (Hicr 15/42)
İblis belki daha o anda helak olacaktı.. Ama kaderin çizdiği yol bir başkaydı..
Şeytanın ondan ne haberi olacak?..
İşte..
İblis bu habersizlik içinde, sultandan he­lak olmaması için mehil istedi..
.. Ve bu mehil kendisine verildi..
Ta ki: Küf­far güruhunu cehenneme kadar götüre.
Onlara ön­der ola..
.. Ve bir asâ ola ki: Günahkarlar ona dayana..
Sonra..
Bunda büyük bir kader sırrı vardır..
Ve şeytanın kalması da, bu sırrın muhafazası için ge­reklidir.. .
Şöyle ki: Âdem ve evladından günahlara dalıp giden olursa.
Hak yoldan kayar çıkarsa:
      “Ancak şeytan onları sapıtti.”    (Âl-i İmrân 3/155)
Şayet bir kötü amel işleyen olursa:
      “İşte bu, şeytan amelidir..”   (Kasas 28/15)
Diyebilsin..
Ve kader sırrı da böylece ehli olma­yanlardan kolayca saklanmış olsun..
Açıklanan Kelimler :
Musabbaha : “Bile” de ve “Biz”de buluşmuş. İsabeti tam olmuş.
Reddiye : Bir mes'ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek.
Mutezile : Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi: "İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini halkederler" diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir. (Bak: Mülk)
Mücahede : (C.: Mücahedât) Cihad etme. * Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma. * Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.
İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti hakkında Deylemî'den mervi Hadis-i Şerif meâli:
.
      "Allah bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu kadınla ve evlâd ile meşgul ettirmez."
.
Sefere : Yazıcılar.
Berere : (Bârr ve Berr. C.) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.
Hafaza : (Hâfız. C.) Muhafızlar. Muhafız melekler.
Taklis : Büzme.
Küf­far : (Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler.
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاء بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا
      “Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.”   (Fetih 48/29)
وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى وَأَقِمْنَ الصَّلَاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا
      Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Resûlüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”    (Ahzâb 33/33)
.
وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِن مَّاء فَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاء إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
      Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”   (Nûr 24/45)
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَـكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
      Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.”   (İsrâ 17/44)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَرِثُواْ النِّسَاء كَرْهًا وَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُواْ بِبَعْضِ مَا آتَيْتُمُوهُنَّ إِلاَّ أَن يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُّبَيِّنَةٍ وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَإِن كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا
      Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.”   (Nisâ 4/119)
إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ إِلاَّ مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ
      Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.”   (Hicr 15/42)
إِنَّ الَّذِينَ تَوَلَّوْاْ مِنكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُواْ وَلَقَدْ عَفَا اللّهُ عَنْهُمْ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌ
      (Uhud'da) iki ordu karşılaştığı gün, sizi bırakıp gidenleri, sırf işledikleri bazı hatalar yüzünden şeytan (yerlerinden) kaydırmıştı. Yine de Allah onları affetti. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, halîmdir.”   (Âl-i İmrân 3/155)
وَدَخَلَ الْمَدِينَةَ عَلَى حِينِ غَفْلَةٍ مِّنْ أَهْلِهَا فَوَجَدَ فِيهَا رَجُلَيْنِ يَقْتَتِلَانِ هَذَا مِن شِيعَتِهِ وَهَذَا مِنْ عَدُوِّهِ فَاسْتَغَاثَهُ الَّذِي مِن شِيعَتِهِ عَلَى الَّذِي مِنْ عَدُوِّهِ فَوَكَزَهُ مُوسَى فَقَضَى عَلَيْهِ قَالَ هَذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ عَدُوٌّ مُّضِلٌّ مُّبِينٌ
      Musa, ahalisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Musa da ötekine, bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. (Bunun üzerine:) Bu şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman, dedi.”   (Kasas 28/15)
Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:
       Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Hayber günü: “Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki o, ALLAH’ı ve Resûlünü sever, ALLAH ve Resûlü de onu sever.” buyurunca Râvi devâmla derki: Bu söz üzerine (kendilerini seçsin diye sahabe) boyunlarını uzattılar. Ama, Resûlullah (sav): “Bana Alî’yi çağırın!” buyurdular. Alî (kv) getirildi ama gözlerinden rahatsız idi. Hemen gözlerine tükürdü ve sancağı ona verdi.ALLAH Tealâ Hazretleri onun eliyle fethi müyesser kıldı. Râvi devâmla Âl-i İmrân 3/61 âyeti indiği zaman “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı çağıralım...” buyurup hemen Alî’yi, Fatıma’yı, Hasan ve Hüseyin (Aleyhi’s-Selâm)’ı çağırdı ve “ALLAH’ım bunlar benim ailemdir (ehlimdir).” buyurmuştur.
(Müslim, Fezâilü’l-Ashâb 32 (2404); Tirmizî, Menâkib (3726)


Şeceretü’l- Kevn-7
Aradan zaman geçti..
Âdem ve İblis; yine ka­der-i İlahî'nin bir gereği olarak aynı geçitte birleştiler..
Yâni: Masiyet geçidinde..
Şeytan kendisine verilen emri ifâ etmemişti..
Âdem ise: Kendisine yasak olan bir fiili icra ey­lemişti.. ­
Takdir-i İlahî çizildiği zaman; böylece kader­leri birleşmişti..
Çünkü bunda şöyle bir incelik vardı:
Emir ve irade, ayrı ayrı yollardan tecellî ediyordu..
Zâhirde bir emir veriyordu..
Ama iradesi onun aksine idi.
Vakıa, ortada bir emir rüzgârı esmişti..
Fakat, İlahî irade; onu silip götürmüştü..
Zâhirde, her ikisi için de tayin edilen bir hu­dud vardı.
İblis, kendi hududunu tecavüz edince hükm o­lundu, ki:
Ebedi bu tecavüzünden dönmeye..
Ve bu tecavüz vâdisinde; şekavet ipleri ile çadırını kura..
Ve o vâdide yerleşe..
Durağı: O tecavüz arsası ola..
Âdem'e (as) gelince.
O yaptığı tecavüzden ötü­rü nadim oldu..
Cennetteki makamı için hasret çekip inledi.
Orada geçen gecelerini, günlerini andı ve ağladı.
Nefsini ayıplamaya başladı..
Sonra birlikte koğulduğu arkadaşları arasına katıldı ve hep beraber şu duayı yaptılar:
      “Rabbımız, biz nefslmize zulmettik..”   (A’raf 7/23)
İşbu duanın akabinde, uğradığı beladan kur­tulacağı müjdesini aldı..
      “ Âdem Rabbından bazı cümleler aldı..”    (A’raf 7/23)
Âyet-i Kerîmesi gereğince kurtuldu..
        
Yine gelelim şâki iblise..
Lânet atları ona doğru salındı.
Hem de gem­lerinden boşanmış olaraktan..
Bütün bunlar ona kötü haber getiriyordu:
Tard, uzaklık..
Bunlara ilaveten:
“Çık oradan!”
Yâni cennetten..
Emri geldi..
      “İniniz oradan..”   (Bakara 2/38)
Yâni cennetten çıkarılma; emri; Âdem'le birlikte, diğerlerine de geldi.
Bu emir, Âdem'i (as) çok mahzun etti. Kendi kendini yakıp paralayacak kadar ileri gitti.
Onu; cennetten çıkarılışı, bu hâle getirdi..
Ve şöyle dedi:
“ Rabbım bana, bu irazın acısını bulundu­ğum makamdan indirmekle tattırdın!.. Bâri beni bu düşüşte ayrılık ateşine yakma!.. Koru!..”
Bunun üzerine, ona şu emir geldi:
“ Bu işte senin için korkulu bir durum yok..
Ne var ki; iki fırkanın ayrılış noktasına kadar gi­deceksin.
Ki o iki fırkanın biri cennete gidecek.. Öbü­rü de cehenneme..”
Böylece, Âdem (as) kendisi için çizilen bir nok­taya geldi..
Ve Ashab-ı Yemini aldı..
Yâni: Sağcıları.
İblis geldi..
Ve o da , sol cânibi tuttu..
Yâni: Sol­cuları.
Böylece, solcular için bir asıl oldu.. Yâni da­yanak..
Ama gel gör ki: Âdem (as) ile iblisin bir arka­daşlığı oldu..     
Çünkü sağla solun ayırım noktasında buluş­tular.
İşte bu buluşup arkadaş olmaktan ötürü Âdem'de (as) ondan
Yâni : O solak mendebur şey­tandan bir iz kaldı..
Yâni: Solunda..
İşbu hâl, Âdem'in (as) zürriyetine de tesir et­ti.
Hâliyle daha ziyade cibiliyetinde bozukluk olan­lara.
Böylece onlar, o iblisin zulmet gölgesine sı­ğındılar.
Ve ona yakınlıkları nisbetinde küfre düştüler..
Ama, Âdem'in (as) sağında kalanlar, kurtuldu..
Âdem'in mârifet nûrundan istifâde ettiler.
Sağda ve iblisten uzak oldukları için onun daldığı zulmet bataklığına batmadan kurtuldular..
Ne var ki:
Aslen solak olan kimselerin eseri az da olsa.. bunlara bulaştı..
Çünkü tam bir ayrılık olmadan önce birlik idiler ve arkadaş olmuşlardı. Ancak bunların aslı temiz olduğu için o kötü izler, sadece zâhirde kaldı ve esasa geçmedi..
Mârifet nûr­larına birşey yapamadı..
Sağ canip ehlinin işlediği bazı hata ve günah­lara gelince.
O da, yine bu sola yakınlığın bir eseridir..
Ve o eski arkadaşlıktan bir kırıntıdır...
Bilesin ki..
Sözü edilen günah ve küfür izinin bir başka eseri ve bir başka sebebi daha vardır..
Anlatalı .
Şöyle olmuştu..
Ne zaman Allah-ü Teâlâ Âdem'i (as) yaratmayı murad etti.
Melekü’l- Mevt'e; yer toprağından bir kabza alıp getirmesi ­için emir verdi..
Bu emrin gereğini yapmak için; Melekü’l- Mevt yere indi..
Bu meleğin, toprak alması için geldiği sıralar­da, iblis de yerde bulunuyordu.. Allah-ü Teâlâ ona: Bir kısım meleklerle beraber hilafet vermişti…
Hâliyle, orada bir müddet kaldı.
Hem de Allah'a kul­luk ederekten..
Melekü’l- Mevt, her ne hâl ise..
Aldığı bazı top­rağa iblis ayağı ile basmıştı..
Vaktaki Âdem'in (as) çamuru bu şekilde elde edilen toprakla yoğruldu..
Sûreti o topraktan mey­dana geldi.
İşte o zaman durum meydana çıktı..
Nefsanî huyların cümlesi:
İblisin ayak bastığı yerden alınan toprağın bir mahsulü oldu..
Durum bu olunca; nefis kötülükler kesb etme­ye başladı..
Çünkü tıneti bozuktu..
Toprağına şey­tanın ayağı değmişti..
Yine o sebepledir ki:
Nefis, şehvet yatağı ol­muştu..
Geçimi ve saltanatı onunla idi.
Çünkü top­rağına şeytan basmıştı.
Yine bu sebepledir ki:
İblis kibre kapıldı..
Çün­kü Âdem'in (as) dış yapısına bakmış; ayak basıp gezdiği topraktan yapıldığını görmüştü..
Kendi ya­ratılış maddesine bakınca da; ateşten olduğunu görmüştü..
Böylece kendisini, ondan üstün görüp büyük­lenmeye başlamıştı..
İşbu anlatmak istediğimiz mânâ, şu Âyet-i Ke­rîmede gizlidir:
      “Ey iman edenler; şeytanın ayak izlerine tâbi olmayınız..”   (Bakara 2/208)
.
Yâni: Maddî ve fâni şeytana uymayın..
Çün­kü onlar, şeytanın ayak altı şeylerinden yaratıl­mıştır.. .
Böyle olan birşey, hem kötüdür; hem de değer­siz..
Bilesin ki:
Vaktaki bu Kâinât Ağacı'nın yaratılışı ta­mamlandı.
Ondan şunlar bitti:
a) Bir tanesi sağda.. Yâni: Ashab-ı Yemin..
b) Bir tanesi solda . Yâni: Ashab-ı Şimâl..
c) Bir tanesi de.. Dimdik ve dümdüz..
İşbu üçüncü sırada sayılan, dal Sabıkun Zümresidir..
Böylece, Resûlullah SA  Efendimizin ruhanî­yeti; üç koldan âlemi sardı..
Durum böyle olduğuna göre; herkes kabiliye­tine göre; ruhanîyetten nasib almaktadır..
Allah-ü Teâlâ onun ruhanîyetinin âlemlere şâmil olduğunu anlatmak için şöyle buyurdu:
      “Seni ancak, âlemlere rahmet olarak' gön­derdik..”   (Enbiyâ 21/107)
Sağ taraftakilerin bu ruhanîyetten nasipleri:
Ona uymalarıdır..
Sünneti ve getirdiği şeriati ile amel etmeleridir..
Allah-ü Teâlâ bu mutabaat ehli sağcıları şu şe­kilde tavsif etmektedir:
      “O kimselerdir ki: Nebi ve ümmî olan resûle ittiba  ederler..   (A’raf 7/157)
Sabikun zümresinin bu ruhanîyetten aldığı na­sibe gelince.
Onu da:
Yakınlık, ona yakın olmakla şeref kazanmak ve sohbetine nâil olmak..
Gibi bü­yük ihsanlara nâiliyet olarak edebiliriz..
Bu zümreyi de Allah-ü Teâlâ şu Âyet-i Kerîme ile müjdeler:
      “İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimet ihsan buyurduğu kimselerle beraberdir.. Ki onlar, baş­ta peygamberlerdir..”   (Nisâ 4/69)
Ashab-ı Şimâlin, Yâni solakların da, o yüce ru­haniyetten aldığı nasipleri vardır..
O nasip ise: Dünyada himaye görmeleridir.
Bir de peşin azaptan kurtulmaları..
İşbu mânâyı da şu Âyet-i Kerîmeden alıyoruz:
      “Sen onlar arasında bulundukça, Allah on­lara azab etmeyecektir..”   (Enfâl 8/33)
Vaktaki Resûlullah (sav)  Efendimizin cismanî zuhur zamanı yakın oldu,
Varlık dalı; müstakim olarak, düzgün bir şe­kilde bitmeye başladı..
Kökü sağlam ve yerli olunca dalları da yeşe­rip bitmeye başladı..
Ve onun idaresini elinde tu­tan Zât ona şu emri verdi:
      “Emr olunduğun gibi dürüst ol!..”   (Hûd 11/112)
İşbu emir gereğince, Resûlullah (sav)  Efendimi­zin sıfatı istikamet üzere oldu..
Makamı ise: “Darü’l­- Mukame” tâbir edilen Kulluk Cenneti oldu..
Vaktaki, tam istikameti buldu; dünya ile uk­badan geçti..
Vaktaki, kendisine tevdi edilen vazife yapılıp tamam oldu.
O zaman da bir güzel makamdan, bir başka güzel makama geçti..
Bir durakta karar kılınca:
Esas ikametgâhına geçti.. .
Bu makamların ilki, dünyada olmaktadır ki buna:
“Vücud Makamı”
Tâbir edilir..
Ki bu makama:
      “Ey örtülere bürünmüş, kalk inzar maka­mına geç!.”   (Müddesir 74/2)
Meâline gelen Âyet-i Kerîmesi ile işaret edilir.
İkinci makam ise âhirette olacaktır.
Buna da: “Makam-ı Mahmud” tâbiri kullanılır.
Buna da :
      “Umulur ki böylece, Rabbın seni Makam-ı Mahmud'a  erdire..”   (İsrâ 17/79)
Âyet-i Kerîmesi işaret eder.. .
Üçüncü makam ise; Edebiyat, Daimiyet Maka­mıdır..
Ki bu da  cennette olacaktır..
Bunu da  şu Âyet-i Kerîmeden anlıyoruz:
      “O Zât ki, bizi fazlı icâbı darü’l mukame'ye kodu..”   (Fatır 35/35)
Dördüncü makam ise: Şuhud Makamıdır, Bu­rası, mabud olan  Allah-ü Teâlâ'yı rüyet makamı­dır..
Bu makamı:
      “Kâbe kavseyn..”    (Necm 53/9)
Âyet-i Celilesi mânâsından anlıyoruz..
İşbu yakınlık, görme, müşâhede ve ulviyet an­cak Resûlullah (sav)  Efendimize tahsis olunmuştur..
Çünkü bütün yaratılmışlardan gaye onun vü­cûdudur..
Bütün kâinâtı bir ağaç kabul ettiğimiz zaman; onun meyvesi olarak Resûllullah (sav)  Efendimiz olur..
Ve cevheri olur.
Meyve veren ağaç, ancak o tohumu bitirir ki:
O kendi aslı olan tohumdur..
Bir tohum düşünün:
Onu ektiğin, baktığın,
Yâni: Suladığın diğer bakımını yaptığın zaman bü­yür ve nebat olur..
Açılır, dallanır, yapraklanır ve sallanır.. Ve nihayet meyve verir..
Meydana gelen bu ağaca baktığın zaman;onun aslını bitiren tohumu görürsün..
O tohum, İşin başında bir nufte mevkiinde idi.
Ve böyle bir ağacı meydana getirdi.
Ağacın son durumuna gelince.
O tohum saye­sinde meydana geldi..
Ve o tohumu meydana getir­mekle vazifesi sona  erdi..
İşte..
Yukarıda arz edilen ağaç ve tohum misâli:
Resûlullah (sav)  Efendimizin durumuna bir işa­rettir.
Resûlullah (sav)  Efendimiz, ezeli âlemde gizli idi..
Sabık, mânânın ifâdesi budur..
Sonra ..
Yâni yaratıldıktan sonra ilk sûrette gizlenmesi ve yine zuhur bulması da; yine o habbe me­selinin son şeklinde anlatıldığı gibi olmuştur.
Resûlullah (sav)  Efendimizin daimi varlığını, Yâni, çok evvellerden yaratılmış olduğunu da, şu Hadis-i Şerifinden anlıyoruz:
      “Daha Âdem çamurla su arasında iken, ben peygamberdim .”
İşte..
Bu mânâdan anlaşılıyor ki:
Resûlullah (s.a.v)  Efendimizin bir müddet için gizli kalışı ve son­ra gelişi; onun öz varlığına hiçbir tesir icra etmez..
Çünkü o, kıdem dilinden daima anılır.. Âdem -bize göre yokluk- kitabında daima vezâret ni­şanını taşımıştır..
Hülasa: Resûlullah (s.a.v)  Efendimiz, ezelde; bu kâinât ağacının mânâsına mazhar idi..
Sonunda ise; bu durum aşikâre oldu.. Yâni: sûretine bir maz­har oldu..
Ama hiçbir hâlde onda bir değişiklik olmadı.
Anlatmaya çalıştığımız bu mânâya bir misâl vermek gerektiği zaman, bir tüccarı ele almak icâb eder..
Şöyle ki:
O tüccar piyasaya bir mal, çıkarmak istediği zaman, önce zihninde onu güzelce bir ta­sarlar..
Şeklini düşünür ve bir karara varır..
Onun bu tasarısı bir kumaş ve elbise olduğu­na göre; önce onun bütün ilk hazırlıklarını ikmal eder.
Sonra onu, bir dokumacıya verir; dokutur..
Da­ha sonra biçtirir ve diktirir..
Daha sonra, bir top yapar..
Gerekirse, elbise hâline getirir..
Bütün bu olanlar ne olursa olsun..
İlk tasavvurunun aynıdır..
Neyi düşündü ise; meydana gelen onun dışın­da bir şey olamaz.. .
İşbu misâl; Resûlullah (s.a.v) Efendimizin duru­munu açık açık anlatır..
Ki o, her şeyden evveldir; ama Hazret-i Hakk’ta bir tasavvur olarak.
Ama zuhur olarak.
Yâni cis­mi ile hepsinden sonradır.
İşte bu kısa izahtan son­ra bize yine ona Yâni Resûlullah (s.a.v ) Efendimize dönelim .
Yâni: Onun yaratılış şekline…
Açıklanan Kelimler :
Masiyet : İtaatsizlik, günah, isyan
Tecavüz : Haddini aşma. Söz veya hareketle ileri gitme. * Aleyhine hareket etme. * Zorlama. * Geçme. * Sataşma, saldırma, sarkıntılık.
Lânet : Nefret. Tiksinti. Allah'ın rahmetinden mahrumiyyet.
Mendebur : Sümsük, sünepe. Pis. İğrenç
Cibiliyet : Huy, fıtrat, yaradılış, tabiat, cibilliyet.
Melekü’l- Mevt : İnsanların ruhlarını kabzeden Azrâil. (A.S.)
Nefsanî : Bedenî arzu ve isteklerle alâkalı. Zaruret olmadığı hâlde keyf için olan istek ve arzuya ait. Kendine ait ve mensub.
Şehvet : Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu. * Bir şeyi fazla istemek. * Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak buyuruyor: "Ey benim için şehvetini bırakıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı gibisin."
Ru­haniyet : Madde âleminden başka olan ruh âlemleri, ruhaniler.
Darü’l­- Mukame : İkamet, oturma. * İkamet yeri, vatan. * Ümmet.
Makam-ı Mahmud : İkamet, oturma. * İkamet yeri, vatan. * Ümmet.
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
      (Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”   (A’raf 7/23)
فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ قُلْنَا اهْبِطُواْ مِنْهَا جَمِيعاً فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُو
      Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır. Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.”   (Bakara 2/37-38)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ ادْخُلُواْ فِي السِّلْمِ كَآفَّةً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
      Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır.”    (Bakara 2/208)
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
      (Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.”    (Enbiyâ 21/107)
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
      Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.”   (A’raf 7/157)
وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَـئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَـئِكَ رَفِيقًا
      Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!”   (Nisâ 4/69)
وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
      Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.”   (Enfâl 8/33)
فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْاْ إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
      O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.”   (Hûd 11/112)
قُمْ فَأَنذِرْ
      Kalk, ve (insanları) uyar.”   (Müddesir 74/2)
وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَّكَ عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا
      Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceği umulur.”   (İsrâ 17/79)
الَّذِي أَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِن فَضْلِهِ لَا يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلَا يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ
      O (Rab) ki lütfuyla bizi asıl oturulacak yurda (cennete) yerleştirdi. Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak ne de orada bize bir usanç gelecektir.”   (Fatır 35/35)
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
      “8-9) Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” (Necm 53/9)
Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:
       Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Küntü nebîyyen ve Âdem’e beyne’l-ma’e ve’t- tin: Ben nebî idim, halbuki Âdem su ile toprak arasında idi.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.

'A'oozu Billahi Minash-shaitanir Rajeem bismillaharrahmanarrahim

'A'oozu Billahi Minash-shaitanir Rajeem bismillaharrahmanarrahim

Ayat-ul-Kursî.]—
Allah! There is no deity except He, the Ever Living, the One Who sustains and protects all that exists. Neither slumber, nor sleep overtake Him. To Him belongs whatever is in the heavens and whatever is on earth.
Who is he that can intercede with Him except with His Permission?
He knows what happens to them (His creatures) in this world, and what will happen to them in the Hereafter .
And they will never compass anything of His Knowledge except that which He wills. His throne extends over the heavens and the earth, and He feels no fatigue in guarding and preserving them. And He is the Most High, the Most Great.


Allahu laa ilaha illa huwa, Al -Haiy ul-Qaiyum La ta'khudhuhu sinatu wa la nawm lahu ma fis -samawati wa ma fil-'ard Man dhal-ladhi yashfa'u 'indahu illa bi-idhnihi Ya'lamu ma bayna aydihim wa ma khalfahum wa la yuhituna bi shai'im min 'ilmihi illa bima sha'a Wasi'a kursiyuhus-samawati wal ard wa la ya'uduhu hifdhuhuma wa Hu wal 'Aliyul-Adheem

In the name of Allah, The Most Kind, The Most Merciful.


Quran 113:0
In the name of Allah, The Most Kind, The Most Merciful.
Say, “I seek refuge in (Allah) the Lord of the Daybreak.”
“From the evil (deeds) of that (creation) which He (Allah) created.”
“And from the evil (deeds of other people) when night time comes (and I am asleep unable to protect myself).”
“And from the evil (deeds) of those (people) who blow on knots (and call on Satin .Shaitan) to help them to cause harm)."
“And from the evil (deeds) of the jealous person when they become envious (and they try to cause harm).”


Quran 114:0
In the name of Allah, The Most Kind, The Most Merciful.
Say, “I seek refuge in (Allah) the Lord of (all) humans.”
“The king of (all) humans.”
“The Allah of (all) humans.”
“From the evil of the retreating whisperer (Satin.Shaitan) who whispers evil suggestions ,( but disappears when people remember Allah).”
‘Who whispers (evil suggestions) into the hearts of humans.”
“(Promoting evil) from among (both) the jinn and humans.”

Oh our Sir, do not condemn us, we are forgotten or we make a mistake! Oh our Sir, do not impose on us load, like which you imposed on our ancestors! Oh our Sir, do not overload us with what we cannot support! Tolerate us! Forgive us! Have compassion of us! You are our Protector! Grant to us the victory on the incredulous ones!


"Laa ilaaha ill-Allaah wahdahu laa shareeka lah, lahu'l-mulk wa lahu'l-hamd wa huwa 'ala kulli shay'in qadeer (There is no god except Allaah Alone with no partner or associate; His is the Sovereignty and His is the praise, and He is Able to do all things)"
Amin amin amin



O JARDIM - THE GARDEN



O JARDIM

Ao nascer, recebemos um jardim para cuidar, já com muitas sementes, que noscabe apenas regar, cuidando com carinho de cada canteiro.No canteiro do Amor, nascem os mais belos sentimentos, como a solidariedade,o afeto, a ternura e uma linda flor vermelha, chamada de solidariedade.No canteiro da esperança, nascem os sonhos, a perseverança, os desejos daalma, que bem regados, rendem muitos frutos, chamados de "realizações".No canteiro da alegria, flores lindas que sorriem para a vida, sãoconhecidas como "motivação", "boa vontade" e "persistência", sendofundamentais para a continuidade do nosso jardim.Mais ao fundo, um canteiro impressiona pela altura das flores, é o canteiroda fé, regado com orações e atitudes regeneradoras, sobem até o céu, emuitas das flores tocam os pés dos anjos, que tudo ouvem nas nossasplantações.Muitos cuidam do canteiro com trabalho incessante, vigiando os pensamentos,regando constantemente o amor, a alegria e a esperança, sempre com desejosincero de mudar para melhor.Assim, as flores crescem sempre fortes, lindas e mesmo diante dastempestades, próprias da vida, resistem ao tempo e as dificuldades,tornando-se cada vez mais belas.Outros, se perdem em lamentações, gastando o precioso tempo em divagações.Pensam nas plantas que poderiam ter e não tem, naquelas que já tiveram eperderam, nas belas plantas do vizinho, e vão se descuidando do jardim,deixando as ervas daninhas tomarem conta dos canteiros.Assim, plantas destruidoras como o ódio, a inveja, a calúnia, a preguiça, as paixões,
o desrespeito, entre outras pragas, vão tomando o lugar das flores, e vamos nos
tornando pessoas amargas, insensíveis, amarguradas, tristes e doentes.O jardim da vida são os seus pensamentos, o regador seus sentimentos e asemente, a fé.O jardineiro é você, a terra, a própria vida, a água é Allah (swt), fonte de toda avida, que está dentro de você, e em todos os lugares em forma de energia.Seja você, o próprio jardim de Deus, cuide dos seus canteiros, regue todosos dias com amor, esperança e fé.Eu acredito em você.
Cid Pimentel
F.M.J.

adaptado por Suleyman


The GARDEN
While being born, we receive the garden you it take care, already with much seeds, which noscabe it hardly will water, taking care affectionately of each flowerbed. In the flowerbed of the Love, the most beautiful feelings plows born, like the solidarity, the affection, the gentleness and the lovely red flower called of solidarity. In the flowerbed of the hope, there joy plows born the dreams, the perseverance, the wishes daalma, what watered well, bring many results called of " realizations in.No flowerbed of the, lovely flowers that smile will be the life, sãoconhecidas like "motivation", " good will " and "persistence", sendofundamentais will be the continuity of our garden. Live you it the bottom, the flowerbed impresses will be the height of the flowers, he is the canteiroda faith, watered with prayers and regenerative attitudes, they rise up you it the sky, emuitas of the flowers they touch the feet of the angels, who completely hear in the nossasplantações. Many people take care of the flowerbed with incessant work, watching the thoughts, always watering constantly the love, the joy and the hope, with desejosincero of changing will be better. Only, the flowers always grow strongly, lovely and even before dastempestades, own of the life, stand the test of team and the difficulties, becoming live and live beautiful.
Others, they plows lost in lamentations, spending the precious team in wanderings. They think about the plants that they might have and it is not, in that what they had already eperderam, in the beautiful plants of the neighbor, and they go if neglecting the garden, letting the weeds take care of the flowerbeds. Only, destructive plants like the hatred, the envy, the slander, the laziness, the passions, the disrespect, between other nuisances, plow taking the place of the flowers, and we go in making bitter, insensible, embittered, sad and ill persons. The garden of the life they plows his thoughts, watering can his feelings and asemente, the faith. The gardener is you, the land, the life itself, the water is Allah (swt), fountain of every live, which is inside you, and at all the places in the form of energy. Be you, the God's garden itself, take care of his flowerbeds, water todosos days with love, hope and faith.
I BELIEVE IN YOU!!!

by: Dr . Cid Pimentel F.M.J. adapted by Suleyman