ALLAHU AKBAR..

FROM MY HEART ALLAHIM.... THIS IS TO YOU ONLY TO YOU... ONLY YOU KNOW ME, ALLAHIM...ONLY YOU CAN TO HELP ME..ONLY YOU CAN TO MAKE WHAT I NEED,
TO MODIFY WHAT TO NEED... TO BE BETTER WHAT NEED... ONLY YOU CAN TO FORGIVE ME... AND TO MAKE THOSE HEART, WITHOUT LOVE TO WORK FOR THE TRUTH LOVE... AND UNDERSTAND WHAT IS THE TRUE LOVE... MY ALLAHIM.. FORGIVE ME...
I , YET, AM TO LEARNING... TO BE, GOOD MUSLIM, MY ALLAH....









NÃO USE DE ENGANAÇÃO, NÃO USE AS PESSOAS, NÃO SE PONHA ENTRE CASAIS, NÃO SEPARE FAMILIAS, NÃO FALE DA VIDA ALHEIA.
TENTE SER MELHOR A CADA DIA. TEMA ALLAH CC COM FEVOR.
TODOS NÓS SABEMOS QUE COLHEREMOS O QUE SEMEAMOS.
CUIDE DE SUA VIDA. NÃO CUIDE DA VIDA ALHEIA.
SE NÃO PUDER AJUDAR, NÃO ATRAPALHE. NÃO SE PONHA NO CAMINHO.
ALLAH CC NOS DEU UMA UNICA VIDA, CABE-A NÓS CUIDAR DELA !














Sunday, August 2, 2015

ŞECERETÜ’L- KEVN




شَجَرَةُ الكَوْن
.
ŞECERETÜ’L- KEVN
 
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم
.

Şeceretü’l- Kevn-8


İşte bu kısa izahtan son­ra bize yine ona Yâni Resûlullah (s.a ) Efendimize

dönelim .
Yâni: Onun yaratılış şekline…

Vaktaki, kader saltanatı köşkünde, bu Muham­medi (sav)  dalın yetiştirilmesi

emri çıktı..
Onu, o köşkün sahibi, üstün iyiliklerinin özü ile besledi..
Mahabbet kadehi ile onu suladı..
Ve onu:
Zât’ına has, üstün bir şekilde himaye­sine aldı..
Onu besledi; büyüttü..
O da büyüdü; salınma­ya başladı..
Belki de çiçekleri açtı, güzel kokuları her ya­na yayıldı.
Ama misk gibi kokuları.
İşbu koku:
İrfan sahiplerinin ruhlarına gıda oldu..
Müminlere de basiret nûru..
Mahabbet eh­li zâtlara da bir reyhan.
Asîlere de bir ilticagâh; günah suyunu içenlere de bir sığınak..
Her ne zaman, Şimâl Ehli cânibinden bir hata rüzgârı esse..
Ya da bir isyan fırtınası kopsa.
He­men o mübarek kokulu daldan bir filiz, eğilir;
O Şimâl Ehli kimselerin ameline doğru gider.
Onun üze­rine titremeye başlar..
Tıpkı bir ekinin, muhâlif rüzgarın esişindeki titreyişi gibi..
Ama kökü katiyen oynamaz.
O yerinde,
Yâni iman yerinde sabittir; ne eğilir, ne de bükülür..
       
Kaldı ki, zâhire olan ufak tefek bitkiler ona zarar da vermez..
O zâhirdeki dal, kötü amel sahibinin kötülü­ğü üzerinde titrerken, hemen o

amel sahibi ayıkır;
Kendine gelir de onu düşürdüğü kötü havadan alır­sa…
Ve o yumulup büküldükten sonra, istikamet meylini vermeye muvaffak olursa.. 
Taa, doyurunca­ya kadar istiğfar suyu ile sularsa..
İşbu sayılanlar, tam olduğu takdirde, niyeti de tam, ameli ise makbul olur..
Kurumaya yüz tutan iman dalı yapraklanma ya başlar..
O hata sahibi ki, böyle oldu; namına özür di­leyecek hatip kalkar; özrünü beyan

eder; durumu­nu anlatır..
Kısacası:
Onun için şefaatçı olur..
Ama dikkat gerek:
Tevbe ve istiğfar sadıkâne olmalı.
İçten olmalı..
Çünkü, o Hatib yalan söyle­mez..
Yalancı lehine şehâdette bulunmaz..
Ve onun için şefaatçı olmaz böyle yaparsa, o da yalancı olur.
Hâlbuki onun şanında şöyle buyruldu:

“Battığı zaman yıldıza and olsun ki; sahi­biniz, -arkadaşmız- doğru yoldan batıla

sapma­dı.. caymadı..”    (Necm 53/1-2)

Sonra  bilmen gerekir ki:
Bu Muhammedi dal, ruhların yapıldığı maddeden husule gelmiştir..
Onun cismanîyetine gelince.
O da, kalıpların yapıldığı maddeden meydana gelmiştir..

Resûlullah’ın (sav)  ruhanîyeti:

      “Allah, yerin ve semaların nûrudur..”    (Nûr 24/35)

Meâline aldığımız Âyet-i Celilenin mânâ sırrı cömertliğinde gizlidir.
İşbu Âyet-i Kerîme: MİSBAH – KANDİL- kelimesine kadar okununca daha iyi

anlaşılır..
Son­ra, orada bir de: MİŞKAT -Pencere veya taka- ­kelimesi vardır..
MİSBAH Resûlullah (sav)  Efendimizin nûrudur.
Onu Hak, vücud mişkatına yerleştirdi..
Ve..
Kainat onun için bir mişkattır..

Sonra orada geçen, ZÜCACE ve NÛR ise, biz­zât Resûlullah (sav)  Efendimizin

kalbidir..
Bizzat Resûlullah (sav)  Efendimiz ZÜCACE'dir.
Yâni: Sırça cam berrak ve parlak..
Bir başka mânâ daha..
Şöyle ki:
O MİSBAH içinde olan bizzat Resûlullah (sav)  Efendimizdir.. Kalbidir..
Onun içindeki nûr, dışa vurur..
Tıpkı kandilin içindeki nûrun dışa vuruşu gibi..
Sonra..
O kandilin nûru ateştir dokunulamaz..
ZÜCACE bizatihi ateş olmuştur..
Ki bu oluş onun paklığı ve temizliği ile olmuştur..
Her mahlukun bu nûrdan alacağı nasip, ona olan yakınlığı kadardır ona uyuşu

ve onun tebai­yetine girişi kadardır bir de onun getirdiği şeriat düsturları ile

amel edişi kadardır..

İşbu anlatılan mânâlar:

      “Biz yeteri kadar gökten su indirdik.. Ve onu yere yerleştirdik..”    (Mü’

minûn 23/18)

Meâlini taşıyan Âyet-i Kerîmeleri dikkatle okunursa, daha iyi anlaşılır.
Allah-ü Teâlâ la sevgili Resûlünü burada sema­dan inen bir suya benzetiyor.
Hem de yeteri ka­dar..
Çünkü su, her şeye bir hayattır.
Aynı şekilde Resûlullah (s.a ) Efendimizin nûru da her Kalbde bir hayattır.

Kezâ, vücudu da, her şeye bir rahmet..
Yukarıda zikri geçen Âyet-i Kerîmenin sonun­da, insanları o sudan nasıl istifâde

ettiğini anlattı.

Yâni: Misal yollu, Muhammedi nûrdan istifâ­de ediş şekillerini anlattı..
İşbu istifâde, dereler doldurularak yapılır..
İşbu dereler de, kalblerdir bunların bazısı bü­yük, bazısı da küçüktür bazısı da

düşüktür..

Hasıl-ı kelâm; her kalb, kendi genişliği ve kabiliyeti kadar o hayat suyu ile

doldu.. .

Bir de; kendisinde, o suyu çekici ne kadar mad­dî cazibe varsa…

      “… Ve her sınıf su alacağı yeri bildi…”   (Bakara 2/60)

Âyet-i Kerîmesi gereğince , herkes o taşıp gelen nehirden kabını doldurdu.


Daha sonra..
Allah-ü Teâlâ, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin cismaniyetini, o saf su hâlindeki

der­ya üzerinde hasıl olan bir kaymak tabakasına ben­zetti.
İşbu kaymak tabakası ise, onun zahiri işlerin­deki düzenleridir..
Yani: Yemek, içmek, insanlarla yapılacak di­ğer şeylerdir..
Ne var ki, bütün bu maddi şeyler, belli bir za­man için kalır; sonra erir ve

kaybolur gider..
Ama insanların, asıl ondan; bilhassa risaletin­den ve nübüvvetinden

faydalanacağı şey; onun hik­met yönüdür..
İlim yönüdür..
Marifet yönüdür.
Bir de şefaatı..

Bu son sayılanlardan faydalanma yolunu tut­malı..
Çünkü bunlar, hiçbir zaman, yeryüzünden eksik değildir..


Bilesin ki..
Allah-ü Taala onu: Letafetten ve kesafetten yarattı.
“Niçin böyle yarattı?..” dersen..
Sana:
“Hikmeti var..” der ve devam ederiz.
“Bu işin bir hikmeti odur ki: Resûlullah (s.a.v) Efendimiz halkın en kâmili ola..
Keza, vasıf ci­hetinden de, halkın ekmeli ola..


Sonra  Allah-ü Teâlâ onu, iki zıd şeyden yarattı.
Cisimden ve ruhtan..
Yâni o:
Hem cismanî­dir; hem de ruhanî..
Sonra.. 
Resûlullah (sav)  Efendimizin cismanîyetini ve beşerî durumunu insanlarla

yapacağı mü­lakat için yarat…
Bir de, sûretlerin mukayesesi..
Allah-ü Teâlâ ona öyle bir kuvvet verdi ki:
Onunla insanlara karşı çıka .
Ve beşerî maddesi ile, onlara kuvvet vere.
Onlarla beraber ola Onların yardımcısı ola..
On­lara bir nümune-yi imtisal ve bir gaye ola .
İşbu sûretle onlara :

      “Ben de sizin gibi bir beşerî .” (Kehf 18/110)

Diye ve onlarla ülfet ede..
Şekillerine bürün­düğünü ifâde ede..

Yukarıda anlatılanın aksine onlara: Meleki­yet, Ruhanîyet ve Nûraniyet durumu

ile görünecek olsaydı.
İnsanlar ona karşı çıkmaya takat getiremezlerdi..
Mukabeleye güçleri yetmezdi..
İşbu mânâ icâbıdır ki, Allah-ü Teâlâ:

      “Cinsinizden size bir Resûl gönderdik..”   (Tevbe 9/128)

Buyurdu..

Allah-ü Teâlâ, Resûlullah (s.a ) Efendimize, daha önce de anlatıldığı gibi, ruhanî

bir kuvvet de vermişti..
Bunu vermesindeki hikmete gelince.
Onu da anlatalı .
Bunu, ona nasib eyledi ki: Ruhanî âlemdeki­ler de, onu müşâhede edip göreler..
Kezâ, yüce, Me­lekut Âlemindekiler de...

Böylece, ruhaniler için de, tam bir bereket ve tam bir rahmet ola..
Ve onlar da: Onun mübarek cismini müşahede edeler..

Buraya kadar sayılan vasıfların dışında, onun üçüncü bir vasfı daha vardır; onu

da diyelim; ki bu:
Onun cismaniyeti ve ruhaniyeti dışında kalan bir yüce vasfıdır..
Biraz da ondan bahsedelim..
Resûlullah (s.a.v) Efendimizin o vasfı çok yü­cedir.
O: Rabbanî bir vasıftır..
Ve o: İlahi bir sırdır..
Bilhassa Rübubiyet sıfatlarnın tecellîsinde onunla sabit kadem kaldır.. Ve Hazret

-i Hakkın mü­şahedesine onunla takat getirir..
Sonra..
Ferdaniyet nûrlarının sırrının onunla telakki eder..
Kudsî işaretler taşıyan hitapları onunla işitir..
Rahmânî nefhâların ıtırını onunla koklar..
Yüce sonuçlar makamatına onunla yükselir..
İşbu anlatmak istediğimiz mânâ, Resûlullah.(s.a.v) Efendimizin aşağıda

anlatacağımız Hadis-i Şeriflerinin mânâ derinliğinde
saklıdır:

     Resûlullah.(s.a.v) Efendimiz:
“Ben, sizin herhangi birinize benzemem. Benim öyle bir vaktim olur ki: Oraya

Rabb’ımdan gayrısı giremez.. O Subhândır..”

Burası, öyle bir makamdır ki:
Ne mukarreb meleklerin orada bir yeri vardır; ne de bir mürsel peygamberin..
Bu, öyle pir kadehtir ki, ondan başkası içemez..


.. Ve öyle bir gelindir ki; yalnız ona açılır..
Hasılı, bu makam yalnız ona tahsis edilmiştir..
İşbu anlatılan makam, önce anlatılanın ve son­ra anlatılacak dört yüce makamın

tekidir.
Ama, yalnız ona hastır ve eşsiz bir makamdır..
Diğer üç makama gelince.
Onlar, sair halk için birer keramettir..
Tâ ki, herkes nasibince, on­lardan bir şeyler alalar..
Belki bu arada:

“Ya, Makam-ı Mahmud?”
Diyecek ve onun durumunu da soracaksınız..
Hemen diyelim:  .
O sûret âlemine has bir makamdır..
Ki o, dünyada bir mülktür..
Ki halk onu görür ve müba­rek varlığı ile itminan hâline erer..
Bu makam icâbıdır ki: Onun risalet ve nübüvvet bereketine nâil olur..

      “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik..”   (Enbiyâ 21/107)

Meâline gelen Âyet-i Kerîme bu makamı an­latmak için nâzil olmuştur..
Yâni: Makam-ı Mah­mud'unu..
O, Yâni Resûlullah; bu makamda:

“Ey Resûl, sana inzal olunanı tebliğ et!..”   (Mâide 5/67)

Emrindeki minbere oturtulmuştur..
İşbu makamda o, halkın vaki davetine icâbet edendir..
       
Nasihat işinde onların hatibidir..
Herhangi bir manevî. sarsıntıda onların tabibi­dir..

Mahabbet işinde ise..
Onların nasibidir…

Buraya kadar anlatılan, Makam-ı Mahmud'­un birinci kısmıdır ki, dünya ehline

mahsustur..
İkincisine gelince..
Yâni: Makam-ı Mahmud'un ikinci kısmına..
Onu da  anlatacağız..
İşbu ikinci makam, âhirette kurulacaktır..
Ki o Mele-i Âlâ’nın nasibidir.
Onlar, bu makamın bereketinden birçok nâiliyetlere ererler.
Onun cemâlini orada müşâhede eder…
Ve kelâmını duyarlar..

      “Ruh'un ve meleklerin kaim olduğu gün..”   (Nebe 78/38)

Meâline aldığımız Âyet-i Kerîme, onların bumakam önünde duruşlarını anlatır..
       
İşbu makamda Hatib ayağa kalkar.. Meleklerde, sağ tarafta el bağlar dururlar..
İşbu makamda Hatib, bizzat Resûlullah (s.a ) Efendimizdir.. ­
Hutbesinin açış konuşmasını ümmetine şefaat için yapar ve:
“Ümmetim!.. Ümmetim!..” der,
Buna cevab olarak:
“Rahmetim!.. Rahmetim!..” müjdesi gelir..

Makam-ı Mahmud'un üçüncü şekline gelince:
Bunu da: Şühud olarak ele alabiliriz..
İşbu makamın gülleri ebediyet âleminde de­rilecektir..
Yâni: Cennette olacak ve cennet ehli ondan na­siplerine nâil olacaklardır.
Onu müşâhede ederek, huriler ondan nasib alacaklardır.

Cennetin köşkleri, o makamın kuruluşu ile şe­ref kazanır..
Sonra  Cennetin nûru artar..
Perdeler arala­nır..
Şerler zail olur..
Onun kudümünden oraya sürur gelir.
       
Dördüncü makama gelince..
Ki bundan yuka­rıda bir nebze bahsedildi..
Bu makamda, yabancıya hiç nasib yoktur bu­rası, tamamen Resûlullah (s.a )

Efendimize mah­sustur..
Burası bir rüyet makamıdır..
Yâni: Görmek..
Yâni: Yüce ve âlâ olan Rabbı, mahbubu görmek..
Ki burası:

      “İki yayın birleşimi.. hatta: daha da yakın.”    (Necm 53/8-9)

Meâline gelen Âyet-i Celile ile sabit olan ma­kamdır..
Ve ancak Resûlullah (s.a ) Efendimize mahsustur..
Bunun böyle olması gayet normaldir..
“Nasıl?” derseniz, anlatalım:
Çünkü o: Kâinât Ağacı'nın meyvesidir..
Sonra, vücud sedefinin incisi ve sırrıdır..
       
Ne olursa, olsun; esas gaye ağacın kendisi de­ğil; meyvesi idi..
İşbu sebepten, korunan daima meyve oldu; ba­şına bekçiler dikildi.. Çiçeklerine

bakıldı..
Böylece, meyvelerine dikkat edildi..

Durum bundan başka olmadığına göre; neti­ceyi dinle:
Vaktaki bu meyve olgunlaştı..
Ve sahibine takdim edilme zamanı geldi..

Onun yakınlığı için bezendi..
Çünkü sahibinin huzuruna varacaktı..
Yanında nedimeleri de vardı,.
İşte..
Bu hâlet içinde ona şu hitap geldi:
“Kalk, ey Ebu Talib'in yetimi!.. Uğruna can atılıp taleb olunan şeyler senin için

hazırlandı!..”
       
İşbu davette elçi olarak; en özge yaverlerden biri geldi..
Bu elçi geldiği zaman, Resûlullah'ın (s.a ) önünde divan durdu..
Ve: Geldiği zaman, onu ya­tağında uyur buldu..
Uyandı ve sordu:
“Ya Cibril, nereye?”
Cevap verdi:
“ Ya Muhammed! Artık neresi yok!..
Bu nere, artık ortadan kalktı.. Ve bu vazifemde; mekân di­ye bir şey bilmiyoru .”
Devam etti:
“Şu var ki, ben bir elçiyim. .
Gönderildim .
Ama vazifem ancak, hizmetten başka bir şey değil biz yeryüzüne inerken ancak,

Rab’ın emrini geti­ririz..”
Resûlullah (se..) Efendimiz sordu:
“Ya Cibril! Benden beklenen nedir?..”
Cibril şu cevabı verdi:
“Ya Muhammed!
İrade-i İlâhiye’nin muradı, bizzat sensin.
İlahi arzunun maksudu zâtındır..
Her şey senin için bir muraddır..
Sen ise, onun için bir muradsın.. Kâinatta arzulanan tek var­lıksın..
Sen, mahabbet köşesinin saf kadehisin..
Sen, bu kâinât sedefinin paha biçilmez incisi­sin.
Sen, bu kâinât ağacının meyvesisin..
Sen, mârifet aleminin güneşisin..
Sen, letaif âleminin mehtabısın..
Bu kâinâtta serilen sergiler, senin yüce ma­hâllin için serildi..
Ve bu cemâl sofrası, senin vaslın için hazır­landı..
Eğer uzanan bir mahabbet kadehi varsa,
Bu senin içmen içindir..
Artık zamanı geldi..
Kalk gidelim .
Yemekler, sana ikram için önünde sofralar hâlinde uzadı..

Mele-i Âlâ sâkinleri senin kudümünü bekler­ler..
Geleceğini birbirlerine, müjdelerler..

Mukarrebun melekler, senin vücudun için, teh­lil ve tekbir getirir..
Şâdlık izhar ederler..
Onlar, ruhanîyetin şerefine nail oldular. Ama, bu onlara yetmez..
Cismaniyetini görmeleri ve on­dan nasib almaları icâb eder..
Mülk Âlemini nasıl şerefe boğdunsa  Meleküt Âlemi de, aynı şekilde seninle

şerefyâb olmak ister..
Mübarek ayakların değmesi ile, yeryüzünün kuru ve çorak yerleri nasıl

şereflendiyse semanın yüksekliği de şereflensin..




Açıklanan Kelimler :

Misbah : Lâmba. (Bak: Mısbah)
Mişkat : İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer. *

Kandil.
Zücace : Cam, şişe, sırça.
Ülfet : Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık,

dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma
Mukabele : Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan

iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.*

Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak

için onu yıldıracak tedbirde bulunmak.
Rabbanî : (Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî. * Ârif

-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim.
Rübubiyet : Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu

şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti.

* Artırmak. Ziyade kılmak.(
Kudsî : (Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez.
Hatib : Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen

kimse. * Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden

vazifeli zat.





Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:


وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى

      “Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve

bâtıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz.”   (Necm 53/1-2)

اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ

كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ

لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ

بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
      “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba

bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da

sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen

mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı,

neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur.

Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller

getirir. Allah her şeyi bilir.”   (Nûr 24/35)

وَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاء مَاء بِقَدَرٍ فَأَسْكَنَّاهُ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّا عَلَى ذَهَابٍ بِهِ لَقَادِرُونَ
      “Gökten uygun bir ölçüde yağmur indirip onu arzda durdurduk. Bizim onu

gidermeye de elbet gücümüz yeter.”   (Mü’minûn 23/18)

وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً

قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ كُلُواْ وَاشْرَبُواْ مِن رِّزْقِ اللَّهِ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ
      “Musa (çölde) kavmi için su istemişti de biz ona: Değneğinle taşa vur!

demiştik. Derhal (taştan) oniki kaynak fışkırdı. Her bölük, içeceği kaynağı bildi.

(Onlara:) Allah'ın rızkından yeyin, için, sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin,

dedik.”   (Bakara 2/60)

قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَن كَانَ يَرْجُو لِقَاء رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ

عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا
      “De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın,

sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı

umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.”   (Kehf

18/110)

لَقَدْ جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
      “Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya

uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok

şefkatlidir, merhametlidir.”   (Tevbe 9/128)

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
      “(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ

21/107)

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ

النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
      “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun

elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah,

kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.”    (Mâide 5/67)

يَوْمَ يَقُومُ الرُّوحُ وَالْمَلَائِكَةُ صَفًّا لَّا يَتَكَلَّمُونَ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرحْمَنُ وَقَالَ صَوَابًا
      “Ruh (Cebrail) ve melekler saf saf olup durduğu gün, Rahmân'ın izin

verdiklerinden başkaları konuşmazlar; konuşan da doğruyu söyler.”   (Nebe

78/38)

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
“Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki

(birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.”    (Necm 53/8-9)

Şeceretü’l- Kevn-9


Bundan sonra  Resûlullah (s.a v) efendimiz, Cebrâil'e şöyle dedi:
“Ya Cibril!
Belli ki; Kerîm olan yüce Hakk beni davet eder.
Ama, benimle yapacağı işin ola­cak?”

Cibril, bu soruya şöyle Cevap verdi:

      “Senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlayacak..”   (Fetih 48/2)
       

Bunun üzerine tekrar sordu

“Evet, ama bu benim için..
Ya ehlim ve aya­lim için?..
Çocukların için?
Yâni: Ümmetim için?
Onlar için ne var?..
Şu muhakkaktır ki:
İnsanların en şerlisi, yiyip içtiğini yalnız başına yer içer..
Yakınlarını ve arkadaşlarını düşünmez!..”
Cibril, bunu da, şu meâle gelen Âyet-i Kerîme ile cevaplandırdı:

      “Rabbın sana istediklerini verecek.. taa, ra­zı oluncaya kadar..”   (Duhâ

93/5)

Resûlullah (s.a v) Efendimiz bu müjdeyi alınca:
“Ya Cibril!
İşte.. şimdi kalbim huzur bul­du.
İşte ben..
Şu anda, Rabb’ıma gitmek üzere ha­zırım!” buyurdu
Ve o anda, Burak önlerinde hazır oldu.
Resûlullah (sav) Efendimiz önünde Burak’ı gö­rünce sordu:
“ Bu nedir?
Benim bununla yapacağım iş ne?
Ve bu neye yarar?.”
Cibril, bu soruyu:
“Bu, ışıkların bineğidir!..”
Şeklinde cevaplandırdı..
Bunun üzerine Resûlullah (s.a v) Efendimiz şöy­le buyurdu:
“ Benim bineğim şevkimdir.
Azığım, korun­mamdır..
Delilim, leylimdir..
Ben, ona ancak onunla vasıl olabilirim be­nim delilim, yine kendisidir..
Bu hayvan zayıf.
O yüce Rabb’ın mahabbet ağırlıklarını taşıyan bir kimseyi nasıl çekebilir ki?
Onun mârifet dağlarına yüklü olan bir varlığı nasıl taşıyabilir ki?.
Onun emânetleri ile dopdolu bir insanı nasıl götürebilir ki?..
Sonra Bunlar, öyle yüklerdir ki:
Gökler, dağ­lar, yer onlara dayanamadı.
Aciz kaldı bu zayıf hayvan ona nasıl dayansın?.
Ve sana gelince..
 Ey Cibril!
Nasıl delilim ola­bilirsin ki?
Hele Sidre-i Münteha’da..
Orada sen, şaşırıp kalırsın..
Hâlbuki ben, sonsuz bir makama varıyorum .
Orası öyle bir makamdır ki, ötesi yoktur..
Ya Clbril!
O yerde sen kim?
Ben kim?..
Sen neredesin?
Ben neredeyim?..,
Zira orada benim öyle bir vaktim olacaktır ki:
O vakte ne Mukarrebun Melekler, ne de
Rabbımın Zât’dan gayrı herhangi bir şey sığabilir..
Ey Cibril!
Rabbım ki, O’nun misli ve benzeri yoktur..
Yaratılmışlardan hiçbirine benzemez..
Rab­bım ki, böyle oldu ben de, sizin herhangi biriniz gibi olamam.
Bir binek düşün ki; bununla ancak mesafeler kat edilir..
Delillerle de yönler tayin edilir bütün bunlar ne var ki, zaman ve mekân

hadiseleridir..
Hâlbuki benim Rabbım, bütün yönlerden münezzehtir.
Ona göre, cihetten söz edilemez.
O, ha­dislerden yana da münezzehtir.
Hareketlerle O’na vasıl olmak mümkün değildir.
İşaretlerle de, O’nun: Zât’ına ulaştıran delil bulmak, mümkün değildir..
Bu sözleri söylerim ama, ancak onları, mânâla­ra vakıf olanlar anlar ve bilir.
Hele bir bak ki, be­nim makamım:

      “İki yayın birbirine yakınlığı kadar. Hat­ta, daha da fazla bir yakınlık..”  

(Necm 53/9)


Meâlini taşıyan Âyet-i Celile ile bildirilir bu­nu kim anlayabilir ki?..”

Cibril, durumun dehşetini biliyordu bu yüzden heyecanlıydı ve dehşete kapıldı..
Resûlullah (s.a v) Efendimizin anlattıkları onun dehşetini ve heyecanını daha da

artırdı.. .
.. Ve şöyle demeye başladı:
“ Ya Resûlullah!
Aslında, senin o makama varışın; arada bir vasıta olmadan da olur ben

gelmesem de olurdu.
Ama, hikmeti var..
Benim sana gönderilmem; ancak senin saltanatına bir hizmetçi olabilmem

içindir..
Ve Rikab-ı Şahânende bulunmak şerefine nail olabilmem için­dir..
Bu bineğin sana gönderilmesindeki hikmete gelince bu da, yine senin kerametini

izhardır.

Sonra...
Padişahların bir âdetidir ki: :
Bir dostu ziyaret etmek istedikleri zaman,
Ya da bir yakın­larını davet edecekleri zaman,
Ya da; onların şanını ve şerefini yakınlarına göstermek istedikleri zaman,
En kıymetli Yâverlerini onlara, elçi olarak gönderirler..
Onların kudüm  şerefi için de, en aziz binek hayvanlarını yollarlar..
İşte..
Benim ve Burak’ın gelişi de, bu mânâ; icâbıdır..
Ve.. padişahların bir kadim âdetini yeri­ne getirmek içindir..
Yürümek ve gitmek..
Bunlar boş şeylerdir..
Her kim Rabbına; adım adım varılacağını sanırsa  hataya düşmüş olur..
Sonra her kim kendini; Hakk’ın cemâline karşı perdeli sanırsa o da, nimetlerden

mahrum ka­lır..

Bundan sonra Cibril, kendisine ait bir hâli anlatacak ve derdine bir çâre

arayacaktı.
Ama biraz sonraya bıraktı: .
“ Ya Resulullah!”
Dedikten sonra Devam etti:
“Artık yola revan olmak zamanı geldi.. Me­le-i Âlâ seni gözler.
Onların gözleri yollarda .
Cennetin kapıları açıldı bütün alanları, seniniçin süslendi.. Senin için toprakları

dahi bezendi..
Dolu dolu cam kadehler, senin için uzadı..
Hasılı, bütün bu olanlar, senin kudumuna olmaktadır..
Senin oraya varacağından sürur duyulmaktadır ve şenlikler yapılmaktadır..
Bu gece, senin gecen bu devlet, senin devletin.

Sonra.. Sonra ben..
Yaratılalı beri hep bu gece­yi bekledim..
Ve ben, seni bir hacetim için vesile kılacağım..
Ki o ha cetim için artık yapacağım iş kalmadı bü­tün vasıtaları denedim.
Ama hiçbir fayda görme­dim..
Bu İlahî bir sırdır ki, kimse çâre bulamıyordu..
O yüzden benim aklım gitmiş ve fikrim kalmamıştı...
Sırrım bir hâl olmuştu..
Kalbim hep onunla meşgul, gamım ve kederim artmıştı..
Şimdi, sana başımdan geçenleri anlatacağım:
Bak neler olmuşum ve ne hâller geçirmişim..

Şimdi, tesellimi sana anlatmakta arıyorum..

Ya  Resûlullah!
Hayret hâlim beni onun ezel ve ebed meydanında duruttu..
Bu arada ben, ezel meydanının evveline gitmek istedim.
Hattâ  o tarafa doğru yöneldim de..
Bir de ne göreyim:
Evvel, diye bir şey yok..
Âhirine döndüm bir de ne göreyim:
Evvel de, âhire karışık..
Bu nasıl iş?..
Önü sonuna karışmış..

Bu derdimi anlatacak birini aradım..
Yâni:
Bu derdime ortak olacak, benimle paylaşacak bir arkadaş..
Yürüyüp gidiyordum belki çıkar bir yol bu­lur giderim, diye..
Önüme Mikâil çıktı beni duruttu ve:
“ Nereye böyle?.” diye sordu..
Sonra, boşuna yorulmamamı an­lattı ve yolların kapalı olduğunu söyledi.
Ondan öte bir kapı olmadığını beyan etti..
Belli ve sayılı zamanlarla, ona vuslat mümkün değildir..
Sonra o: Belli başlı mekânlarda da bulunmaz..
Ne onu bulmak, ne de sonsuzluğunun haddini bulmak senin için mümkün olur..
Geç bu sevda­dan..
Mikail'in bu anlattıklarını dinledikten sonra sordum:
“ Peki.. o hâlde, senin burada işin ne?.
Ne yaparsın burada?”

Bunun üzerine bana şöyle anlattı:
“ Ben, burada denizlerle meşgulüm..
Yağmur yağdırmaktır vazifem bir de onları muhtelif böl­gelere dağıtmak..
Burada ben, denizlerin ne miktar acılığı vardır.. bilirim..
Sonra onların dalgalarından ne mik­tar köpük çıkar..
Onu da bilirim...
Bunları bilmesine bilirim.
Ama, senin de, zihnine takıldığı veçhile Zât-ı Hakk’ın teklik haddini ve onun

ferdiyetini âded yönüyle bilemem..

Bundan sonra, İsrafil'in durumunu sordum..
Bu hususta, onun da mâlumatını öğrenmek iste­dim..
Ve:
“İsrafil, nerede?.”dedim
Bunun üzerine bana:
“Mektebe.. tâlime gitti. girdi..” dedi.
Yâni tahsil yuvasına..
Sonra:
“Onun yüzü Levh-u Mahfuz’a dönüktür..
Ya­pışıktır âdeta hep oraya bakar..
Kalacak ve kal­mayacak işlerin notunu tutar orada..
Sonra, on­ları alır talebe çocuklara öğretir..
Yâni: Kendi ca­miasına, tayfasına.”dedi..
Sonra, şöyle anlattı:
“Onlar nelerdir?..”dersen,
Derim ki:

      “Onlar, Azîz ve Âlim olan Allah’ın takdiri­dir..”  (Yâsîn 36/39)

Sonra o; Yâni İsrafil:
Okuma devresine başını kaldırıp bakamaz.. Yâni: Muallim’inden hayâsı icâbı..
Onun, dönüp bakaçak tarafı yoktur..
Kalbi, başka bir şey düşünmekten alınmıştır..
O, Devamlı böyledir..
Taa, sura üfleninceye ka­dar..

Bunun üzerine anladım ki: Mikâil de benim gibi..
Ama bulacak çâremiz yoktu..
Bunun üzerine dedim ki:
“ Gel bu müşkülümüzü Arş’a soralım.
Ar­zumuzun yolunu ondan öğrenelim.
Derdimizi ona açalım.
Onun bilgisinden faydalanalım..
Dedikle­rini yazıp anlamaya çalışalım..
Bu mesele üzerinde karşılıklı görüştük..
Ko­nuştuk..
Bu arada, Arş da bizi dinliyormuş bir tit­reyiş titredi..
Âdeta çırpınma ya başladı..
Ve şöyle dedi:
“ Sakın ha bu gibi meseleleri diline alma!
Hatta kalbine dahi getirme!..
Zira bu öyle bir sırdır ki: örtüsü açılmaz..
Ve bu, bir perdedir ki:
Ondan öteye kapı yoktur:
Sonra, bu öyle bir sorudur ki:
Kime sorarsan sor..
Mutlaka cevabını alamazsın..
Bana sormak ha?
Ben neyim ki?
Bu arada kim oluyorum ki?..
onun nerede başlayıp ve ne­rede bittiğini bileyim.
Ben oyum ki:
İki harfin Yâni: KAF ile NUN'un bir araya gelişinden yaratıl­mışım,
Varım…
Ama dün yoktum!
Hem de eseri ol­mayan..
O kimse ki:
Dün yoktu.
İzi eseri belli değildi..
Taa, ezelden beri mevcud olan Zât’ı nereden bilsin?.
O taa, ezelden beri vardır.
Ama ne doğuran, ne doğurulan..
Ezeli ilminde, istiva ile o beni sebkat etti…
Be­ni topladı ve kahri altına aldı..
Onun istivası olmasaydı; ben nereden yapabilirdim.
Onun beni sarışı olmayaydı; benim için böyle bir şeye ermek nereden olurdu?..
Sema neydi ki?..
Bir dumandan gayrı?.
Onu, o bu seviyeye getirdi..
Arş üzerine istiva etti..
Ama bir delilin ve bur­hanın kıyamı için..
Hakikatte istivam vardır.
Ama onun izzeti hakkı için, bunun şeklini bilemem..

Sonra benim bu şekli alışım; o demek değildir ki:
O’na her şeyden daha yakınım..
Belki ben semaların üstündeyim.
Ama O’na yakınlık itibarı ile yer dibindeki ile bir farkımız yoktur..
Bilmek gerek ki:
Ben, O’nda olanı ihata kud­retine sahip değilim..   ­
Sonra O’nun zaviyesini bilmem de mümkün değildir.
Ancak ben, O’nun bir kuluyum..
Kulun durumu, ancak niyetinden  ibarettir.
Bundan sonra Arş şöyle devam etti:
“ Belki sen sanırsın ki:
Derdim yoktur.
Ama öyle değil..
Şimdi sana diyeceklerimi iyi dinle.
Hâlime bir bak! Nicedir?..

Önce sana, hikayemi anlatayım..
Derdimi ga­mımı bir bir sayıp dökeyim..
Sözüme: O’nun yüce kudretine yeminle başla­rım:
“ Şüphesiz beni O yarattı.
Ama Ehadiyet De­nizlerinde boğdu..
Sonra Ebediyetinin ıssız sahralarına saldı.
Ve beni dehşetler içinde bıraktı..
Bu hâller içinde, hayli şeylere şâhid oldum..
Bazen, bana bir çakmak çakar.
Ama Ebedi­yet doğuşundan..
yükseltirdi beni..
Bazen de bana yakın olur..
beni yakınlık du­raklarına götürür ve kendisine alıştırırdı..
Bazen de, izzet hicâblarına bürünür ve beni korkuturdu..
Ama lütfu cânibinden..
sevindirir ve oynatırdı..
Bazen de, bana münacaat tadını tattırırdı..
Bazen de bana mahabbetinin kadehleri ile ge­lirdi..
Bana ondan içirir; aklımı alır sarhoş eder­di..
Her ne zaman ki, bu sarhoşluğumun güzelliğinden azap duyar ve beni

kavuşturduğu ,
Vuslat Âlemi içinde ayılıp O’ nu görmek isterdim, hemen ba­na şu kitap getirdi:

      “Beni hiçbir zaman göremezsin..”   (A’raf 7/143)

Dolayısı ile, arzum yerine gelmezdi..
İşbu ayrılık ve o hitabın heybetinden erir biterdim.
Hasılı, O’ nun sevgisi beni parçaladı.. dağladı.
O’nun tecellîsi sebebi ile bayıldım, düştüm..
Tıp­kı Musa gibi..
Hasılı ben, öyle bir vecd hâline kapı­lıp gitmiştim..
Ayıldığım zaman, bana şu hitap geldi:
“Ey ışık!
Senin istediğin öyle bir cemâldir ki; biz onu gizledik..
Ve o: Bir güzelliktir ki; biz onu perdeledik örttük..
O yüzü tek kişi görecektir
O, öyle bir sevgilidir ki: Onu biz seçtik..
O, öyle bir yetimdir ki: Onun mürebbisi biz ol­duk..
Ne zamanki sen:

      “O Allah sübhandır ki; kulunu yürüttü.. ama geceleyin..”   (İsrâ 17/1)

Hitabını işittin..
O’nun bize varan yoluna dur!
O’nun bize kudümlü yoluna çık!
Ümid edilir ki, bu sayede bizi göreni görmüş olasın..
Ve bizden gayrına bakmayanın müşâhedesine nail olasın!
İşte..
Cibril, yukarıda; Mikail'in, İsrafil'in ve Arş’ın durumunu kendi hâlini arz

meydanında anlattıktan sonra:
“Ya Resûlullah!
Diğerleri neyse…
Arş ki, sa­na Âşık ve sana tutkun..
Ya ben, senin elin önün­de neden hizmetçi olmayayım?..” dedi..

Ve Resûlullah (s.a v) Efendimizin ilk bineğini takdim etti.
İşbu binek Burak idi..
Bu onu, Beyt-i Makdis’e kadar götürdü..

Bundan sonra, ikinci binek geldi bunun adı da: Mi’rac idi..
Bu binekle dünya semasına kadar gitti..

Bundan sonra, üçüncü binek faslı başladı bu da, meleklerin kanadı idi..
Bununla da, ikinci se­maya kadar çıktı..

Bundan sonra, sema yolları hep meleklerin kanatları üzerinde devam etti.
Taa, ye­dinci semaya varıncaya kadar..

Yedinci semadan sonra, dördüncü bineğin vazifesi başladı..
Ki bu da: Cebrail idi..
Onun kanat­ları ile uçtu..
Taa, Sidre-i Münteha’ya kadar onunla gitti..

İşte.. burada Cebrail'in vazifesi bitmişti..
Oldu­ğu yerde kaldı..
Bu durumu gören, Resûlullah (s.a v) Efendimiz, Cebrali'e şöyle buyurdu:
“Ya Cibril!
Bu gece biz senin misafirin sayılırız bizi nasıl yalnız bırakırsın?
Hiç böyle bir yerde, dost olan dostunu yalnız bırakır mı?”

Bunun üzerine sözü Cibril aldı ve şu itizarda bulundu:
“ Ya Resûlullah!
Sen keremlere lâyık bir mi­safirsin...
Taa, ezelden beri buranın davetlisisin.
Senin durumun bu…
Benimki de bu...
Şu an­da, buradan bir karınca boyu öteye bir adım at­sam:
Derhâl yanarım...
Çünkü biz, o melekler zümresiyiz ki:
Her birimizin belli ve ayrı ayrı yerleri vardır.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a v) Efendimiz Cibril'e şöyle buyurdu:
“ O hâlde sen burada  kal!
Ama, bana bir arzun var mı?...”

Bu soruyu bir fırsat bilen Cibril:
“Evet var!..” dedikten sonra,
Devam etti:
“İşbu sonsuzluk yolun, Rabb’ına vardığı zaman ve o Yüce Hazret:
“İşte sen!... ve işte Ben!...”
Dediği zaman ve sana çeşitli iltiyaklarını yağ­dırdığı zaman:
Beni o Yüce Rabb’ın indinde an!”



Açıklanan Kelimler :

Burak : Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası.(Kelimenin kökü; (Berk) dir.

Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: "Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde

bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar." Bu ise bir berk ve elektrik

sür'atini anlatır.
Sidre-i Münteha : Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn

âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.
Mukarrebun : Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya

derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük

zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar.
Münezzeh : (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. * Pâk, kusur ve

noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve

noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.
Yâver : f. Yardımcı. Mededkâr. İmdatçı. * En yakın memur. * Devlet

büyüklerinin yanında bulunan en yakın memur.
Âdet : Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca

uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket

kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun

olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle

bozulmamasına gayret gösterir.
Mikâil : Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten

birisi. (Bak: Melâike)
İsrafil : Dört büyük melekten biri olup Kıyamet günü cesedlere nefh-i ruh

etmeğe ve Sur'u üfürmeğe vazifelidir. (Bak: Melâike)
Zaviye : Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil.

* Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen

açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400

eşit parçaya bölündüğü takdirde "grat" tır.
Takdim : (Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak. * Küçük bir kimseyi yaş, amel,

mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak. * Öne geçirmek, bir

şeyi başka bir şeyden önde tutmak. * Bir büyüğün önüne geçip bir şey vermek.
İltiyak : Sıkı fıkı dost olma, candan arkadaş olma.




Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:


لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
      “Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan

nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir.”   (Fetih 48/2)
وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى
      “Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın.”   (Duhâ 93/5)

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
      “Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki

(birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.”   (Necm 53/9)

وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ
      “Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri

hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner.”   (Yâsîn 36/39)

وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي وَلَـكِنِ انظُرْ

إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى

صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ
      “Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca

«Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen beni asla

göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni

göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da

baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana

tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.”    (A’raf 7/143)

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا

حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
      “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye

(Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i

Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir,

görendir.”   (İsrâ 17/1)

Şeceretü’l- Kevn-10

Şeceretü’l- Kevn-10


İşte...
Bundan sonra Cibril, yavaşça ayrıldı;
çıktı oradan...    .
... Ve o anda, Resûlullah (s.a v) Efendimize yet­miş bin hicap açıldı...
Ki onların hepsi nûrdandı...

Bundan sonra, beşinci binek geldi.
Ve bu: Ref­ref idi...
Ve yeşil nûrdan idi. Şark ile garbı doldu­racak kadar bir büyüklükte idi.
Resûlullah (s.a v) Efendimiz bunun üzerine oturdu...
ve Arş’a kadar onunla gitti.
Arş’a varınca, Resûlullah (s.a v) Efendimiz eteğine tutundu.
Ve hâl dili ile şöyle bir niyaza başladı:
“Bu ne saadet Yâ Resûlullah!
Zamanın hoş şarabını daha ne zamânâ kadar yudum yudum yu­tacaksın?
Bu ne güzel bir demdir.
Bazan olur ki; sevgilin sana aşık olur ve dünya semasına iner.
Bazan olur ki; bizzat nedimelerini gönderir, çevrende döndürür..
Ve seni şefkat Refrefi’ne bindirir.
Ve o Allah Sübhândır ki:
Kulunu gece yürütür.
Bazan olur ki; onun Ehadiyet cemâli seni müşahede eder...
Ki o:

      “Onun gördüğünü kalbi yalana çıkarma­dı.”    (Necm 53/11)

Âyet-i Kerîmesi ile tasdiklidir...

Bazan da, seni Samedâniyet cemâli müşâhede eder...
Ki bu da:

      “Onun gözü kaymadı Onu aşmadı.”    (Necm 53/17)

Meâline gelen Âyet-i Kerîme ile sabittir.

Bazan olur ki; o seni Meleküt Âlemine ve sırrına muttali kılar..
Bu da, şu meâle gelen ayetle sa­bittir:

      “Kuluna vahyettiği kadar vahyetti.”    (Necm 53/10)

Bazan da, seni tam yakınlığa götürür... Ki bu da:

      “İki yayın birleşimi kadar... Yahut daha da yakın.”    (Necm 53/9)

Âyet-i Kerîmesi ile sabittir...


Arş, sözlerine devam etti:
“Ya Muhammed!
Şu anlar öyle anlardır ki;
Susamışın suya duyduğu hasret kadar hasret du­yulur bu anlara
Ve... bu anlar, elde edilebilmek için, kendilerine ah vah edilir.
Gayrı bilemez oldum;
Bu anlar içinde şaşıp kalan onlara hangi yönden varabilir?..
Bu an ve bu zaman içinde yaşayanlarda, korku, iştiyak ve her şey vardır.
Beni ki O:
Halkının en büyüğü ve en azimi kıldı.
Böyle olduğum hâlde,
Bütün yaratılmışlardan en fazla ve şiddetli bir şekilde ondan korkarım!

Ya Resûlullah!
O yüce yaratıcı beni yaratma­yı murad ettiği gün yarattı..
İşte o gün ben onun celâli heybetinden korkuyor ve titriyordum..
Beni ayakta tutan sütunuma:
“ LA İLÂHE İLLALLAH..” (Allahtan Baş­ka İlâh Yoktur.)
Kelime-i tevhidini yazınca, daha da fazla titredim..
Onun ismi karşısında sarsıntım ve ürper­mem daha da artmaya başladı.
“ MUHAMMEDÜN RESÛLULLAH..” (Mu­hammed Allah'ın Resülüdur.)
Cümlesi ki yazıldı.
Sarsıntım geçti...
Telaşım dindi.
Özüm rahata erdi.

İşte…
Bütün bunlar, üzerime yazılan ismin bereketi ile olmuştu..
Artık, senin güzel nazarın ba­kışın cana uğrayınca…
Nasıl olurum... gör...”
Arş, sözlerine Devam etti:
“Ya Resûlullah!
Sen âlemlere rahmet olarak gönderildin.
Elbet bu rahmetten benim de nasibim olmalı..
Hem de bu gece..
Ve senden taleb ettiğim nasibim odur ki:
Bana ateşten, cehennemden bir kurtuluş beratı fermanım ola ..
Korkarım ki:
Bazı yalan söz edenler; bana, bazı aldanmışların ettiği yersiz lakırdılar yüzün­

den Rabbım beni ateşe atar.
Bütün bu hâle sebep, bazı şaşkın kimselerin şaşkınlığı ve bâtıl zannıdır.
Onlar sandılar ki, ben: Haddi ve hududu ol­mayan varlığı alırım..
Heyeti ve şekli bilinmeyen mukaddes Zât’ı taşırım.
Keyfiyeti, şekli bizce tamamen meçhul olan Zât’ı kuşatırım.

Ya Muhammed!
Hele bir bak!
O ki, Zât’ı için bir hudud, sıfatları için bir sayı yoktur..
Benim gibi bir muhtaca nasıl muhtaç olur..
Bana nasıl yüklenir?
Rahmân ki, onun bir ismidir..
İstiva da, sıfa­tıdır, naatidir..
Gerek sıfatı, gerekse naati onun Zât’ına bağlıdır..
O ki böyledir..
Benimle nasıl bitişir?
Ve nasıl ayrılır?
Ne O, benden ayrılan bir parçadır..
Ne de ben, O’nun dışında bir şeyim.
Ya Muhammed! O’nun izzetine yemin ederim ki, bir vuslat hâliyle de O’na yakın

değilim.
Sonra .. O’ndan bir ayrılışla ayrı da olamam.
Sonra, kendi takati ile O’nu taşıyan bir şey de olamam..
O’nu der­leyen toplayan hiç olamam..
Kezâ O’na: Bir benzer bulan hiç değilim.
Bir iyiliği ve fazlı icâbı beni O yarattı..
Beni de yok edecek olursa, bu O’nun mahza adaleti ve yine bir fazlı olur.
Ya Muhammed! Ben O’nun kudreti ile, taşına­nım.
Kezâ, onun hikmetinin bir mahsulüyüm..
Hiç taşınan taşıyan olur mu?
Böyle bir nisbet, sahih olur mu?
Sonra ..
Şu Âyet-i Kerîmeyi okudu:

      “Bilgin dışında olan şeylerin peşine takıl­ma .. Çünkü, kulak, göz, kalb...

bunların hepsi so­runludur...”   (İsrâ 17/36)

Resûlullah (s.a v) Efendimiz, Arş’ı dinledikten sonra, hâl dili ile ona Cevap verdi:
“ Ey Arş! Yoluma durma!..
Seninle olacak vaktim yok!
Safiyetimi bozma; kederlenme!..
Hâl­vet hâlimi şüphelere daldırma!
İçinde bulunduğum bu zaman, senin derdini dinleyecek kadar geniş değil.
Sonra, hitabına yer değil!

Ve Resûlullah (s.a) Efendimiz ona velev emâneten olsun; bir yan göz bile

atmadı.
Sonra, onun yolu ile, vahy olup gelen satırların bir harfini bile okumadı.
Çünkü o:

      “Onun gözü kaymadı... Şaşmadı...”   (Necm 53/17)

Emr-i İlahîsine tâbi idi.

İşte...
Bundan sonra, Resûlullah (s.a.v) Efendimize altıncı binek takdim edildi..
İşbu bineğin adı: Teyid idi.
Bu arada, kendisine bir nida geldi.
“Seni koruyan önünde..İşte sen..İşte Rabbın...”
Ama bu nidanın sahibi görünmüyordu.
Şimdi, Resûlullah (s.a.v) Efendimizi dinleyelim:
“İşte..
O anda ben, hayretler içinde kaldım.
Sözümü bilemiyor ve anlamıyordum.
Hatta, yaptığım işi de, tam bilecek durumda değildim.
İşte...
O anda, dudaklarıma nereden geldiğini bilemediğim bir damla düştü.
Ama nasıl damla?..
Baldan çok daha tatlı.
Kardan çok daha soğuk..
Kaymaktan daha yumuşak..
Miskten daha kokulu.
İşte, bu damla sebebi ile, cümle enbiyâ ve resûlden bilgin oldum.
Ve... dilimden şu cümleler dökülmeye başladı:

       “ Mübarek tahiyyat Allah'adır Pak salâvat Allah'adır”

Şu cevabı aldım:

       “ Selâm sana ey peygamber, keza; Allah’ın rahmeti ve bereketi de...”

Bana tahsis kılınan bir iltifât şerefine peygam­
ber kardeşlerimi de kattım...
Ve cevaben dedim:

       “Selâm bizlere...Ve Allah’ın salih kullarına!”

 Resûlullah (s.a v) Efendimiz:
“Selâm bizlere...”  buyurmuştu..
Bunun güzel bir menkıbesi var­dır..
Ki Hz. Sıddık'la ilgili...
Rivayet edildiğine göre:
Resûlullah (s.a) Efendimiz mi’rac şerefine nail olduğu zaman,
Hz. Sıddık'a sordular:
“O, Rabbnı görmüş; nasıl?”
Dedi ki:
“Doğrudur…
Ben de onunla beraberdim
Eteklerine yapışmıştım..
Söylediği cümleleri birlik­te söyledik!”
Dediler ki:
“O cümle nedir?”
Dedi ki:
“Selâm bizlere...”
Cümlesidir.. .

Neyse...
Dönelim mev'zuumuza…
Resûlullah (s.a v) Efendimiz anlatmaya devam ediyor:
“Ben, tahiyyatı bitirdikten sonra, melekler tek tek şöyle dediler:

       “ Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur Ve Muhammed O’nun

resülüdür.”

Bundan sonra bana:
“ Yaklaş ya Muhammed!” dendi.
Bunun üzerine yaklaştım; sonra dur­dum...
İşbu yaklaşma:
.
      “Sonra yaklaştı... tutundu...”   (Necm 53/8)

Âyet-i Kerîmesinin mânâsıdır.
Bu mânâ üzerinde, rivayetler çeşitlidir..

Dendi ki:
“Resûlullah ona dilemekte yakın oldu...
Rabba yakın oldu.
Ve alaka gördü.”

Dendi ki:
“Şefaat dileği ile ona yakın oldu.
Ve şefaat talebine Rabbı, icâbet ederek yakın oldu.”

Dendi ki:
“Ona hizmetle yanaştı.
Rabb'dan rahmetle yakınlık gördü...”

Bir başka  mânâ daha:
“Muhammed Rabb’ına yakın oldu.
Ve Rabb’ından ona vahiy geldi..
Ama bir yakınlık lutfu olarak..
Ve Rabb’ı ona şefkat ve merhamet olarak yakın oldu.”

Hasıl-ı kelam,
Hiçbir şekilde; tam târif yapıla­maz.
Bu, öyle bir ya kınlıktır ki;
Kırlar ve bayırlar dolaşıp mesafeler kat edilmek sûreti ile elde edil­mez.
O anda, aradan zaman mefhumu kalkmıştı...
Keyfiyet silinmiş, vakit mefhumu kalmamıştı.
İşbu yakınlık; iki yayın birbirine intibakından başka şekilde târif edilemez.

Vaktaki, târif bu iki yay oldu.
Rabb Teâlâ için, mekan düşünülmez, hatta an'lar da, mekan­lar da…



Açıklanan Kelimler :


Ref­ref : Kuşu çok olan çimenlik, kır. * Mânevi bir binek. * Dalları salkım salkım

olan ağaç. * Kenar saçağı. * Yeşil elbise. * İnce yumuşak kumaş. * Döşek. *

Cennet
Samedâniyet : Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden

hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi.
İştiyak : Fazla arzu ve şevk. Tahassür. Hasret çekmek. Özlemek. Göreceği

gelmek.
Heyet : Şekil. Suret. Görünüş. * Birlik teşkil eden şahısların mecmuu. * Gök ve

yıldız ilmi. Astronomi. * Duruş, vaziyet, keyfiyet. Tabiat ve cibilliyet. Bir şeyin

cibilli vaziyeti
Keyfiyet : Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde.

(Kemmiyetin zıddıdır.)
Safiyet : Saflık, hâlislik, temizlik.
Teyid : (C.: Te'yidât) Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma. Metânet verme. *

Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme.
Tahiyyat : Selâmlar. Duâlar. Manevî hayat hediyeleri. Tezahürat-ı hayatiye. *

Mâlikiyet, beka ve mülk. (Bak: Et-tahiyyatü)
Mefhum : Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.



Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:


مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى
      “Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı.”   (Necm 53/17)

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى
      “Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki

(birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine

Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.”  

(Necm 53/8-9-10-11)

وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولـئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً
      “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve

gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”    (İsrâ 17/36) 


Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:


       Abdullah ibni Mes’ud (Radiallahu anhu) anlatıyor:
“Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bana, avucum avuçlarının içinde

olduğu hâlde, Kur’ân’dan sûre öğretir gibi teşehhüdü öğretti:
Ettahiyâtü lillahi ve’s-Salâvâtu ve’t-tayyibâtû, es-Selâmû aleyke eyyûhe’n-

nebîyyû ve rahmetullahi ve beraketühü, es-selâmû aleynâ ve alâ ibadillahi’s-

sâlihin. Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah.”

Bir rivâyette fazla olarak: “İbadillahi’s sâlihin” ibâresinden sonra şöyle

buyurmuştur:
Siz bunu (teşehhüdü) yaptınız mı semâ ve arzdaki sâlih kullara selâm vermiş

olursunuz.
Bir diğer rivâyette (Buharî-Müslim): (Teşehhüdden) sonra dilediği senâyı

yapmakta muhayyerdir (serbesttir.).

Ebu Dâvud’un rivâyetinde: “Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühû

(dersiniz) sonra herbiriniz hoşuna giden bir dua ile dua etsin...” buyurdu.
(Buharî, Ezân 148, 150 v.d.;Müslim, Salât 55-61; Ebu Dâvud, Salât 182 (968-

969); Tirmizî, Salât 215 (289); Nesâî, İftitâh 189 (2,237)

Şeceretü’l- Kevn-11


İşbu hâlet içinde Resûlullah (s.a v) Efendimize bir nida geldi:
" Adımını at! Ya Muhammed!..”
Resûlullah (s.a v) Efendimiz şu niyazda bulun­du:
“ Ya Rabbi! Mekan ki, ortadan kalktı.
Yer mefhumu ki, silindi ayağımı nereye basayım?
Bunun üzerine, şu ikinci emri aldı:
“Bir ayağını diğer ayağının üzerine koy!..”
Ta ki, her şey:
Benim, zamandan ve mekandan, yerden ve yurttan, geceden ve gündüzden...
Hu­duddan ve kıtalardan...
Hadden ve miktardan...
Münezzeh olduğumu bilsin.
Bundan sonra ..
Resûlullah (s.a v) Efendimize
şu nida geldi:
“Bak, ya Muhammed!”
Resûlullah (s.a v) Efendimiz baktığı zaman,
Pek parıldayan bir nûr gördü; sordu:
“Bu nedir?..” dendi.
“Bu bir nûr değildir...
Firdves cennetidir...
Ve sen, yükseldikçe o ayakların altında kalacak­tır..
Ayaklarının altında kalan da, sana fedâdır.
Bu arada şöyle bir nida geldi:
“Ya Muhammed!
Ayak bastığın yerin meb­de’i halkın vehminin bittiği yerdir.
Yâni: Bundan ötesini, onlar artık hayal dahi edemezler.. .

Daha sonra, şu hitap geldi:
“Ya Muhammed!
Sen zamanın ve yerin bu­ lunduğu yerde gezdiğin süre,
Cibril delilin olmuş­tu.
Burak ise, bineğin.
Ama, mekân ki, ortadan si­lindi;
Kâinâttan ki, kayboldun yer ve mesafeler ki, ortadan kalktı;
İki yayın misâli ki kaldı..
İşte bu anda, delilim benim.

Bundan sonra, şu hitap geldi:
“Ya Muhammed!
Kapıyı sana açıyorum.
Per­deyi senin için kaldırıyorum
Hitabın en güzelini sana duyuruyorum.
Çünkü sen, daha Gayb Âlemin­de iken,
Beni gerçek bir imanla birledin ve tevhid ettin.
Şimdi de, birle...
Yâni: Müşâhede ve Ayân Âle­minde...
Böylece yine tevhidime er!
Bunun üzerine Resûlullah (s.a v) Efendimiz:
“Affına güvenerek, cezandan sana sığınırım!” dedi.
Şu hitabı aldı:
“Bu, ümmetin asîlerine yarayan bir söz.
Vahdetime nail olan kimsenin değil.”
Bunun üzerine, Resûlullah (s.a v) Efendimiz Şu niyazda bulundu:
“ Ya Rabbi! Ben seni senâ edemem.
Sen Zât’ını senâ ettiğin gibi...

Resûlullah (s.a v) Efendimize hitaplar peşpeşe geliyordu.
Şu da bir başka hitap:
“Ya Muhammed!
Senin dilin ki; ibareden aciz kaldı;
Ona doğruluk dilinden bir kisve giydir­dim...
Ki bu:

      “O, baştan konuşmaz...”   (Necm 53/3)

Emrimle sabittir.
Sonra, sonra sana bir nûr emânet ederim ki:
Cemâlime onunla bakarsın.
Bir kulak veririm; sö­zümü onunla duyarsın..
Sonra, bir hâl dili ihsan ede­rim;
Onunla da bana gelişinin mânâsını duyar an­larsın..
Ve bana nazar etmenin hikmetini sezersin.


Bütün hitapları yaparken,
Sanki Allah-ü Teâlâ şu Âyet-i Kerîmenin mânâsına işaret ediyordu:

      “Biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir kor­kutucu olarak yolladık...”   (Ahzâb

33/45)

Böylece, Hakk’ı görecek ve şehâdet edecekti...
Şâhid odur ki: Kendisinden ancak gördüğü soru­lur...
Gaybe, bilinmeyene şâhidlik olmaz...

Ve hitap Devam etti:
“ Sen bir şâhidsin ya Muhammed; cenneti­mi sana göstereceğim..
Orada da dostlarım için ha­zırladığım şeylere bakacaksın.

Cehennemi de göstereceğim sana..
Orada da, düşmanların için hazırladığıma bakacaksın...
Sonra…   
Cemâlimi müşâhedeyi de, sana nasip edeceğim.
Cemâlimden de, sana bir yüz açacağım.
Ta ki bilesin:
Kemâlle muttasıfım...
Sonra, mü­nezzehim..
Benzemeden ve denkten..
Bedelden ve amirden...
Hadden ve kadden…
Boydan ve bos­tan...
Sayıdan ve adedden..
Geçilmeden ve tekim bulunmadan..
Ayrılmadan ve birleşmeden..
Bana bir misâl bulunmaktan ve şekil çizilmekten..
Bir­likte oturulmaktan ve karşılıklı dokunulmaktan..
Aralıklı bir şey olmaktan ve mizaç uygunluğun­dan.


Daha sonra, şu hitap geldi:
“Ya Muhammed, halkımı ben yarattım...
Onları Zâtıma davet ettim.

Ama onlar,  hakkımda,  ihtilafa düştüler..
Her biri, bir başka iddiada bulundu.
Bir cemaat, Üzeyri oğlum yaptı...
Ve beni cim­ri, eli bağlı vasfetti:
Ki bunlar: Yahudiler idi.
Bir başka cemaat ise, İsa'yı bana oğul yap­tı...
Vehmettiler ki:
Benim zevcem var..
Oğlum var..
Bunlar da: Nasranîlerdir.
Bir başka cemaat de, bana ortaklar isnad et­tiler..
Bunlar da: Veseniyelerdir...
Yâni: Putçular..
Bir başkası da, bana sûret çizdi...
Bunlar da: Mü­cessimelerdir..
Yâni: Beni mahluka benzetenler...
Bir başka cemaat ise, beni mahdud ve muay­yen bir yeri oları kabul etti..
Bunlar da: Beni ya­ratılmışlarla bir gören müşebbihe tayfasıdır...
       
Bir başka kavim ise, beni yok zannetti..
Bun­ların adı da: Muattıladır.
       
Bir paşka cemaat ise, beni görünmez kabuletti ki:
Bunlar da, Muteziledir.
Ya Muhammed, işte; sana kapım...
Zât’ımın perdesini sana açtım.
Hele bir bak!
Onların ba­na nisbet ettikleri şeylerden bir zerre var mıdır?
Ve Resûlullah (s.a v) Efendimiz, bakmaya baş­ladı.
Gördü ki bir nûr: Ama onunla kuvvet bulur..
Onun Zât’ı ile kaim..
Ama idrak edilebilmekten münezzeh..
İhata edilmekten yana da münezzeh
Tek Allah..
Hiçbir şeye muhtaç değil..
Ne bir şeyin üzerinde..
Ne de, herhangi bir şeyle kaim..
Hiçbir şeye ihtiyacı yok.
Ne bir heykel... sûret..


Ne de, bir şeye benze­yen sûret...      
Ne cisim..
Ne de bir yeri olan...
Şekli de yok.
Terkip edilmiş de değil.     

İşte...
Bu manzara içinde:

      “Onun misli gibi yoktur..O görür ve işi­tir...”   (Şûrâ 42/11)

Meâline gelen Âyet-i Kerîmenin mânâsı te­celli etti...

Vaktaki: Bu yüce yükseliş vaki oldu.
Ve Re­sûlullah (s.a v) Efendimiz o yüce hazrete vardı.
Ve şifâhen görüştü, konuştu.

İşte..
O zaman, Allah-ü Teâlâ ona şöyle bu­yurdu:
“Ey habibim, ey Muhammed!..
Şunları da duy!
Elbet bu halk için bir sır gerektir ki:
İzhar edilmesi yasak ola ..
Ve bir an vardır ki; onu yaymak da yasak ola ..
İşte...
Öyle buyurdu ve:

      “Kuluna vahyedeceğini vahyetti...”  (Necm 53/10)

Meâlinde buyrulan Âyet-i Kerîmesi gereğin­ce, onlar sır oldu..
Ama, Allah ve Resûlü arasın­da…



Salât eyle Allahım!
Selâm eyle ve bereketler yağdır:
Yaratılmışların en şereflisi üzerine...
Sey­yidimiz efendimiz üzerine.
O, Zâtına ait nûrların denizidir..
Sırların kay­nağıdır..
Hüccetin dilidir..
Hazretin önderidir..
Ülke­lerin gelinidir..
Mülkün süsüdür..
Rahmetin hazine­sidir..


Şeriatın yolu ondan geçer...
Cennetin kan­dilidir..
Hakikatın gözüdür..
Müşâhedenle o lezzet alır..
Halkın arasında seçmelerin seçmesi odur..
Zâ­t’ına ait nûrdan aydınlık alan odur...
Ona yapacağın bu salât öyle olsun ki:
Bağ­larım onunla çözülsün...
Sıkıntılarım, onunla açıl­sın..
İhtiyacım onunla tamam olsun..
Talebinle onunla ereyim.
Bu salât devamlı olsun..
Allahım, ama Zâtın Devamı ile..
Bu salât bâki olsun..
Allahım, ama Zâtın bâki kaldıkça..
Bu öyle bir salât olsun ki; seni de razı eyle­sin..
Onu da razı eylesin..
Sonra, o salât sebebi ile bizden de razı olasın...
Ey Alemlerin Rabbı!
Bize Allah yeter...
O, ne güzel bir vekildir..
Güç ve kuvvet ancak Allah'ındır..
O Yüce­dir, Azîmdir.

Son olarak:
Salât ve selâm dileğimizi tekrar eder:
“ Allah, Efendimiz Muhammed (s.a.v) 'e, âline ve ashabına salât eylesin ve

selâm eylesin...” deriz.
Eserlerimizi burada tamamlarız...
Hamd, Alemlerin Rabbı olan Allah'a mahsus­tur!..




Açıklanan Kelimler :

Hâlet : Suret. Hâl. Keyfiyet.
Nida : Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek. * Gr: ünlem (!)
Vehm : (Vehim) Mübhem ve mânasız korku. * Belirsiz fikir ve düşünce. * Cüz'i

mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti.
Mizaç : Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.
Üzeyr : (A.S.) Kur'an-ı Kerim'de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber

olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.
Nasranî : Hristiyanlıkla alâkalı ve ona mensub olan. Hristiyanlardan olan. (Bak:

Nasara)
Yahudi : Hz. Yakub'un (A.S.) oğullarından Yehuda'ya mensub olan. Benî İsrail.

Musevî.
Mü­cesimse : Müşebbihe. Fls: İnsan biçiminde ilâh tasavvur edip suretlendiren

bâtıl bir inanış. (Antropomorfizm) Mücessime de denir. (Bak: Teşbih)
Muattıla : Boş bırakılmış. Atâlete atılmış. * Hâlık'a itikat etmeyen. (Bak: Ta'til)
Mutezile : Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden

ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında

birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken,

günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olmayıp,

tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından

ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi: "İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini

halkederler" diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler.

Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir. (Bak: Mülk)
İzhar : Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.

* Yalandan gösteriş. * Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak

ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen

harflerdir.



Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
      “Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve

bâtıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz.”   (Necm 53/1-3)

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا
      “Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı

olarak gönderdik.”   (Ahzâb 33/45)

فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
      “O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan

da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun

benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.”   (Şûrâ 42/11)

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى
“Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki

(birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine

Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.”  

(Necm 53/8-9-10-11)


ŞEYTANIN HİKAYESi

ilemlerin Rabbı olan Allah'a hamd olsun...
Salât ve selâm, efendimiz Emin Peygamber Muhammed'e...
Sonra, onun pâk Aline...
Ve ashabının tümü­ne olsun.

       
      İbn-i Abbas (r.a) Hz.’inden naklen Muaz b. Ce­bel rivayet ediyor:
.
“Bir gün Resûlullah (s.a v) ile beraberdik..
 An­sardan birinin evinde toplanmıştık...
Tam bir ce­maat olmuştuk.

Sohbete dalmıştık..
Bu arada, dışandan bir ses
geldi:
“Ev sahibi!..İçeridekiler!...
Eve girmem için bana da izin verir misiniz?
Benim sizden bir dileğim var.
Görülecek bir işim var.”

Bunun üzerine, herkes Resûlullah (s.a.v) Efen­dimizin yüzüne bakmaya başladı.
Orada ve her zaman büyük oydu..
İzin ondan çıkacaktı.
Resûlullah (s.a.v ) Efendimiz, duruma vakıf ol­du ve:
“Bu seslenen kjmdir, bilir misiniz?...” buyurdu.
Biz hep birden şöyle dedik:
“En iyi bilen Allah ve Resûlüdür!”
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:
“O, lâin iblistir –Şeytandır..
Allah’ın lâneti onun üzerine olsun!..” buyurunca,
Hemen Hz. Ömer:
“Ya Resûlullah, bana izin veriniz onu öldüreyim!” dedi...
Resûlullah (s.av.) Efendimiz bu izni ver­medi; şöyle buyurdu:
“Dur Ya Ömer!
Bilmiyor musun ki; ona bel­li bir vakte kadar mühlet verilmiştir...
Öldürmeyi bırak!.”

Sonra şöyle buyurdu:
“Kapıyı ona açın gelsin..
O, buraya gelmek için emir almıştır.
Diyeceklerini anlamaya çallşınız.
Size anlatacaklarını iyi dinleyinizé..”
         *
Bundan sonrasını ondan dinleyelim;
Yâni Ra­vi'den ki,
Şöyle anlattı:
“Kapıyı ona açtılar..
İçeri girdi ve bize gö­ründü..
Bir de baktık ki; şekli şu:
Bir ihtiyar..
Şaşı..
Aynı zamanda köse..
Çenesinde altı veya yedi ka­dar kıl sallanıyor..
At kılı gibi.
Gözleri yukarı doğru açılmış.
Kafası, büyük bir fil kafası gibi.
Dudakları da, bir manda duda­ğına benziyordu.  
Sonra, şöyle bir selâm verdi:
“Selâm sana ya Muhammed! selâm size ey cemaat-ı müslimin!”
Onun bu selâmına Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şu mukabelede bulundu:
“Selâm Allah'ındır ya lâin!..”
Sonra ona şöyle buyurdu:
“Bir iş için geldiğini duydum; nedir o iş?”

Şeytan şöyle anlattı:
“Benim buraya gelişim, kendi arzumla ol­madı. Mecburen geldim.”
Resûlullah (s.a v) Efendimiz sordu:
“Nedir o mecburiyet?”
Şeytan anlattı:
“İzzet sahibi Rabbın katından bana bir me­lek geldi.
Ve dedi ki:
“Allah-ü Teâlâ sana emir veriyor:
Muham­med'e gideceksin.
Ama düşük ve zelil bir hâlde tevazu’ ile.
Ona gideceksin ve Âdemoğullarını nasıl kandırdığını anlatacaksın.
Onları nasıl aldattığını söy­leyeceksin bir bir ona..
Sonra o; sana ne sorarsa doğrusunu diyecek­sin.”

SonraAllah-ü Teâlâ buyurdu ki:
“Söylediklerine bir yalan katarsan, doğru­yu söylemezsen...
Seni kül ederim; rüzgar savu­rur...
Düşmanların önünde seni rüsvay ederim!”
İşte...
Böyle; Ya Muhammed!
O emir üzerine sa­na geldim.
Arzu ettiğini bana sor!
Şayet bana sordukları­na doğru cevap vermezsem;
Düşmanlarım benimle eğlenecek..
Şu muhakkak ki,
Düşmanlarımın eğlen­cesi olmaktan dana zor bir şey yoktur.”


Bundan sonra, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle sordu:
“Madem ki, sözlerinde doğru olacaksın!
O hâlde bana anlat:
Halk arasında en çok sevmedi­ğin kimdir?”
Şeytan şu cevabı verdi:

“Sensin, Ya Muhammed!..
Allah’ın yarattık­ları arasından senden daha çok sevmediğim kimse yoktur .   ­
Sonra, senin gibi kim olabilir ki?”
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz sordu:
“Benden sonra, en çok kimlere buğuzlusun ve sevmezsin?”
Şeytan anlattı:
“Müttaki bir gence ki... varlığını Allah yo­luna vermiştir.”
Bundan sonra, sual-cevap aşağıdaki şekilde devam etti.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz sordu; şey­tan anlattı.
“Sonra kimi sevmezsin?”
“ Kendisini sabırlı bildiğim, şüpheli işlerden sakınan âlimi...”
“Sonra?...”
“Temizlik işinde... yıkadığı yerleri üç defa yıkamaya devam eden kimseyi.”
“Sonra?...”
“Sabırlık olan bir fakiri ki; ihtiyacım hiç
kimseye anlatmaz. Hâlinden şikayet etmez.”
“Peki, bu fakirin sabırlı olduğunu nereden bilirsin?”
“Ya Muhammed!
İhtiyacım kendi gibi biri­ne açmaz
Her kim ihtiyacım kendi gibi birine üç gün üst üste anlatırsa,
Allah onu sabredenlerden yazmaz.
Sabırlı kimselerin işi buna benzemez.
Hasılı, onun sabrını; hâlinden, tavrından ve şikayet etmeyişinden anlarım.
“Sonra kim?..”
“Şükreden zengin.
“Peki, ama o zenginin şükreden olduğunu nasıl anlarsın?...”

“Onu görürsem ki, aldığını helâl yoldan alı­yor ve mahâlline harcıyor bilirim ki:
O şükreden bir zengindir.”­
       
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bu defa mevzu’u değiştirdi ve ona başka bir sual

sordu:
“Peki, ümmetim namaza kalkınca, senin hâlin nice olur?.”
“Ya Muhammed, beni bir sıtma tutar tit­rerim.
“ Neden böyle olursun; ya Lâin?”
“ Çünkü bir kul, Allah için secde edince bir derece yükselir.”
“Peki, ya oruç tuttukları zaman nasıl olur­sun? ...”       
“ O zaman da bağlanırım. Taa, onlar iftar edinceye kadar. 
“Peki, ya hac yaptıkları zaman nasıl olur­sun?»
“ O zaman da, çıldırrırım.
“Peki, ya Kur’ân okudukları zaman nasıl olursun?”
“O zaman da, eririm. Tıpkı ateşte eriyen bir kurşun gibi eririm.”
“Peki, ya sadaka verdikleri zaman hâlin na­sıldır?”
“Ha, işte... O zaman hâlim pek yaman olur.
Sanki sadaka veren, bir testere alır eline ve beni ikiye böler.”
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz sebebini sordu:
“Neden öyle testere ile ikiye biçilirsin, Ya Eba Mürre? ...»

Bunun üzerine İblis:
“ Onu da anlatayım...
Dedikten sonra anlatmaya başladı:
“ Çünkü sadakada dört güzellik vardır.
Şöyle ki:
1 - Allah-ü Teâlâ, sadaka verenin malına be­reket ihsan eyler.
2 - O, sadaka veren kimseyi halkına sevdi­rir.
3 -Allah-ü Teâlâ, onun verdiği sadakayı, ce­hennemle arasında bir perde yapar.
4 - Allah-ü Teâlâ, belâyı, sıkıntıyı ve ahları ondan defeder. 

Bundan sonra,
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz ashabı hakkında ona bazı sorular sordu:

“Ebu Bekir için ne dersin?..”
İblis buna şu cevabı verdi:
“O bana, cahiliyet devrinde bile itaat etme­di..
İslam'a girdikten sonra nasıl bana itaat eder?

“Peki, Ömer b. Hattab için ne dersin?..”
İblis buna da şu cevabı verdi:
“Allah'a; yemin ederim ki; her gördüğüm yerde ondan kaçtım.”

“Peki, Osman b. Affan için ne dersin?.”
“Ondan utanırım... hem de çok..
Nasıl ki, Rahmân'ın melekleri de ondan utanırlar...”

“Peki, Ali b. Ebu Talib için ne dersin?.”
İblis onun için de şöyle dedi:
“Ah, onun elinden bir kurtulsam..
O, ken­di başına kalsa;
Ben de kendi başıma kalsam..
O, beni bıraksa ..
Ben de onu bıraksam.
Ben onu bırakırım; ama o beni bırakmaz!

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz,
Yukarıdaki soru­ları sorduktan ve şeytanın verdiği cevaplar da kıs­men bittikten

sonra,
Şöyle buyurdu:
“Ümmetime saadet ihsan eden; seni de taa, belli bir vakte kadar şâki kılan

Allah'a hamd 0l­sun!”

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz o cümlesini duyan lâin İblis şöyle dedi:
“Heyhat! Heyhat!..
Ümmetin saadeti nere­de?
Ben, o belli vakte kadar diri kaldıkça, sen üm­metin için nasıl ferah duyarsın?.
Ben, onların kan mecralarına girerim.
Etleri­ne karışırım..
Ama onlar, benim bu hâlimi göremez ve bilemezler.
Beni yaratan ve baas gününe karar bana müh­let veren Allah'a yemin ederim ki:
Onların tümünü azdırırım.
Câhillerini ve âlimlerini...
Ümmilerini ve okumuşlarını...
Fâcirlerini ve abidlerini..
Hası­lı, bunların hiçbiri elimden kurtulamaz.
Fakat!..
Allah'ın hâlis kullarını...
Evet, bun­ları azdıramam!..
       
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) Efendimiz sordu:
“Sana göre ihlâs sahibi olan muhlis kul­lar kimlerdir?..”
Bu suale İblis şu cevabı verdi:
“ Bilmez misin? Ya Muhammed!
Bir kimse ki, dirhemini ve dinarını sever..
O Allah için bir ihlâsa sahip değildir.

Bir kimseyi görürsem ki;
Dirhemini ve dina­rını sevmez;
Övülmekten, medh edilmekten hoşlanmaz...
Bilirim ki o: İhlâs sahibidir..
Hemen onu bırakır kaçarım.

Bir kul, malı ve övülmeyi sevdiği süre;
Kalbi de, dünya arzularına bağlı kaldığı müddet,
O size vasfını yaptığım kimseler arasında bana en çok
itaat edendir.

Bilmez misin ki; mal sevgisi, büyük günahla­
rın en büyüğüdür.
Bilmez misin ki;
Ya Muhammed!
Baş olma sevgisi yine büyük günahların en büyükleri arasın­dadır!”

İblis, anlatmaya devam etti:
Ya Muhammed!
Bilmez misin?
Benim yetmiş bin tane çocuğum var..
Bunların her birini bir başka yere tayin etmişimdir.
Sonra ..
O her çocuğumla birlikte yine yetmiş­bin tane şeytan vardır.
Onların bir kısmı ulemâya gönderdim.
Bir kısmını gençlere yolladım.
Bir kısmım da, meşayihe saldım.
Bir kısmını da, ihtiyar kadınlara musallat et­tim.
Gençlere gelince; aramızda hiçbir anlaşmazlık
Yoktur..
Onlarla gayet iyi geçiniriz.
Çocuklara gelince..
Onlarla da, bizimkiler is­tedikleri gibi birlikte oynarlar.
Bizimkilerin bir kısmını da, abidlerin başına dert ettim..
Bir kısmını da zahidlerin.
Onlar, bunların yanına girer; hâlden hâle so­karlar..
Bir tepeden öbürüne... hep dolaştırıp du­rurlar..
Öyle bir hâl alırlar ki; başlarlar, sebepler­den herhangi birine sövmeye...
İşte... böylece, onlardan ihlâsı alırım..
On­lar, bu hâlleri ile, yaptıkları ibadeti, ihlâssız ya­parlar gayrı..
Ama, bu hâllerinin farkında ola­mazlar.

İblis, bundan sonra,
Aldattığı bir rahibin hi­kayesini anlatmaya geçti.
Ve şöyle dedi:
“Bilmez misin; Ya Muhammed!
Rahip Bar­sisa; tam yetmiş yıl ihlâs ile Allah'a ibadet etti.
Bu ibadetleri sonunda, ona öyle bir hâl ihsan edilmişti ki:
Her dua ettiği hasta, duası bereketi ile şifâyap oluyordu.
Onun peşine takıldım; hiç bırakmadım...
Zi­na etti.
Katil oldu.
Sonunda da küfre girdi.
Bu o kimsedir ki;
Allah-ü Teâlâ aziz kitabın­da, ona şöyle anlatır: .

      “...Şeytanın hâli gibidir ki; o insana: “Kâfir ol...” dedi... Vaktaki o kâfir oldu;

bu defa ona şöy­le dedi: “Ben, senden uzağım…Ben, âlemlerin Rab­bi olan

Allah'tan korkarım.”   (Haşr 59/16)
       
İblis, bundan sonra, bazı kötü huylar üzerin­de durdu.
Ve onların her birinden nasıl istifâde ettiğini anlattı...



Açıklanan Kelimler :


Lâin : Herkesin kınadığı.
Mecburiyet : Zora tutulma. Mecburluk.
Rüsvay : f. Rezillik, itibarsızlık, haysiyetsizlik.
Müttaki : Ehl-i takva. İttika eden. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini

Allah'ın (C.C.) sevmediği fena şeylerdan koruyan. (Bak: İttika - Amel-i sâlih)
Eba Mürre : (C.: Mür) Acının babası.
Şâki : (Şekavet. den) Haydut. Yol kesen. Haylaz. * Her çeşit günahı işleyebilen.
Fâcir : Haktan sapan. Haram ve günaha dalmış kötü insan. Günah işleyen. (Bak:

Fecir)
İhlâs : (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen

sevgi ile doğruluk ve bağlılık. * Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek.

Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye

etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve gaye edinmek.

İnsanlara riyakârlıktan, gösterişten uzak olmak.
Dirhem : (Dirhem) f. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram

ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta

büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. * Eskiden kullanılan ve beş kuruş

değerindeki gümüş para. Akça
Dina­r : Lât. Eskiden kullanılan altın ve sikkeli para.
Ulemâ : (Âlim. C.) Âlimler. Osmanlı devrinde yüksek ilim ve fıkıh âlimleri.

İlmiye mensubları.



Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:


كَمَثَلِ الشَّيْطَانِ إِذْ قَالَ لِلْإِنسَانِ اكْفُرْ فَلَمَّا كَفَرَ قَالَ إِنِّي بَرِيءٌ مِّنكَ إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ

الْعَالَمِينَ

      “Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana

«İnkâr et» der. İnsan inkâr edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin

Rabbi olan Allah'tan korkarım, der.”    (Haşr 59/16)

ŞEYTANIN HİKAYESi-2

YALAN:

“Bilmez misin Ya Muhammed!
Yalan ben­dendir ve ilk yalan söyleyen de benim!
Her kim yalan söylerse...
O benim dostumdur..

Her kim yalan yere yemin ederse...
O da be­nim sevgilimdir.
Bilmez misin Ya Muhammed! ben Âdam'e ve Havva'ya yalan yere Allah adına

and içtim.

      “Muhakkak, ben size nasihat ediyorum”   (A’raf 7/16)

Dedim…
Bunu yaparım; çünkü yalan yere ye­min gönlümün eğlencesidir.

NİKAH ÜZERİNE YEMİN ETMEK :


Her kim, talak üzerine yemin ederse...
Gü­nahkâr olacağından endişe edilir..
İsterse bir defa olsun.
İsterse doğru bir şey üzerine olsun.
Her kim, talakl ağzına alırsa ..
Taa, hakikat belli oluncaya kadar karısı ona haram olur.
Onlar bu hâlleri ile, kıyamete kadar meydana getirecek­leri çocuklar, hep zina

çocuğu olur.
Ağza alman o talak kelimesi yüzünden, hep­si cehenneme girer.


NAMAZ:

“Ya Muhammed!
Namazı an bean tehir ede­ne gelince...
Onu da  anlatayım..
O, her ne zaman ki, namaza kalkmak ister;
Tutarım ona vesevse veririm.
Derim ki:
“Henüz vakit var.
Sen de meşgulsün.
Hele şimdilik işine bak.
Sonra kılarsın!”
Böylece o:
Vaktinin dışında namazını kılar... .

Ve bu sebepten onun kıldığı namaz yüzüne atılır.
Şayet o kimse, beni mağldp ederse...
Ona insan şeytanlarından birini yollarım.    
Böylece onu vaktinde namaz kılmaktan alıkoyar.
O, bunda da, beni mağlup ederse...
Bu sefer onun hesabını namazında görmeye bakarım.
O na­mazın içinde iken:
“Sağa bak!.. Sola bak!..” derim..
O da, bakar..
O ki böyle yaptı...
Yü­zünü okşar alınandan öperim..
Bundan sonra ona:
“Sen, ebedi yaramaz bir iş yaptın!” derim.
Ve böylece onun huzurunu bozarım.

Sen de bilirsin ki Ya Muhammed! 
Her kim na­mazda, sağa ve sola çokca bakarsa,
Allah onun namazını kabul etmez.
Yüzüne atar.
Bunda da ona mağlup olursam.
Yalnız başı­na namaz kıldığı zaman yanına giderim.
Ve ona:
Çabuk çabuk kılmasını emrederim..
O da, başlar; namazını çabuk çabuk kılmaya..
Tıpkı horozun, ga­gası ile, yerden bir şeyler topladığı gibi...

Bu işi, ona yaptırmakta da, başarı kazana­mazsam;
Bu sefer cemaatle namaz kılarken onun yanına varırım.
Orada onun başına bir gem takrım…
Başı­nı imamdan evvel secdeden ve rükû'dan kaldırırım..
İmamdan evvel de, secde ve rükû yaptırırım.
İşte...
O böyle yaptığı için, kıyamet günü,
Al­lah onun başını eşek başına çevirir.
O kimse, bunda da beni yenerse…
Bu defa, ona namazda parmaklarını çıtlatmasını emrede­rim..
Böylece o:
Beni tesbih edenlerden olur..

Ama bu işi ona namaz içinde yaptırmaya muvaffak olursam.
Bunda da, ona mağlup olursam..
Bu sefer ona tekrar giderim..
Namaz içinde iken burnuna üfle­rim..
Ben üfleyince, o esnemeye başlar.
Şayet o, bu esneme esnasında elini ağzına ka­pamazsa ..
Onun içine küçük bir şeytan girer,
Dün­ya hırsını ve dünyevi bağlarını çoğaltır.

İşte... bundan sonra o kimse:
Hep bize itaat eder.
Sözümüzü dinler.
Dediklerimizi yapar.
Şeytan bundan sonra, konuşmasına devam etti.

İşte... bundan sonra o kimse:
Hep bize itaat eder.
Sözümüzü dinler.
Dediklerimizi yapar.

Şeytan bundan sonra, konuşmasına devam etti:
“Sen, ümmetin hangi saadetinden ferah du­yarsın ki?...
Ben onlara, ne tuzaklar kurarım..ne tuzak­lar…
Miskinlerine, çâresizlerine ve zavallılarına gi­derim..
Namazı bırakmalarını emrederim.
Ve onla­ra derim ki:
“ Namaz size göre değil...
O, Allah’ın a fiyet ihsan ettiği ve bolluk verdiği kimseler içindir..
Sonra da hastalara giderim:
“Namaz kılmayı bırak!”derim...
Çünkü Allah-ü Teâlâ:

      “Hastalara zorluk yok...”   (Nûr 24/61)

Buyurdu..
İyi olduğun zaman çokça kılarsın.
Ve böylece o, namazını bırakır ..
Hatta küfre de gi­debilir.
Şayet o, hastalığında namazını terk ederek giderse..
Allah'ın huzuruna çıkarken,
Allah-ü Teâlâ'yı öfkeli bulur.      

Sonra şöyle dedi:
“ Ya Muhammed!
Eğer bu sözlerime yalan kattımsa, beni akrep soksun!..
Sonra .. eğer yalan varsa Allah'tan dile; be­ni kül eylesin!”

İblis bundan sonra, konuşmalarına devam et­ti ve şöyle dedi:
“Ya Muhammed! Sen ümmetin için ferah mı duyuyorsun?
Hâlbuki ben onların altıda biri­ni dininden çıkardım.”

Bundan sonra ..
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz ona,
Yâni İblis'e aşağıdaki şekilde kısa kısa bazı sorular sordu..
O da bunlara Cevap verdi:
“Ya lâin, senin oturma arkadaşın kim?”
“ Faiz yiyen.”
“Dostun kim?”
“Zina eden.”
“Yatak arkadaşın kim?”
“Sarhoş.”
“Misafirin kim?”
“Hırsız.”
“Elçin kim?”
“Sihirbazlar.”
“Gözün -nûru nedir?”
“Karı boşamak.”
“Sevgilin kim?”
“ Cuma namazını bırakanlar.”

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz,
Bu defa  başka bir mevzuya geçti ve şöyle sordu:
Ya lâin, senin kalbini ne kırar?”
“Allah yolunda cihada koşan atların kişnemesi...”
“Peki, senin cismini ne eritir?”
“Tevbe edenlerin tevbesi.”
“Peki, ciğerini ne parçalar, ne çürütür?”
“Gece ve gündüz, Allah'a yapılan bol bol istiğfar.”
“Peki, yüzünü ne buruşturur?”
“Gizli sadaka”
“Peki, gözlerini kör eden nedir?”
“Gece namazı”
“Peki, başını eğdiren nedir?”
“Çokça kılınan cemaatle namaz.”

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz tekrar bir başka
Mevzu’a geçti ve şöyle sordu:
“Sana göre insanların en saadetlisi (!) kim­
dir?”
“Namazlarını bilerek kasden bırakanlar”
“Peki, sana göre insanların en şâkisi kim?”
“Cimriler.”
“Peki, seni işinden ne alıkoyar?”
“Ulema meclisleri.”
“Peki, yemeğini nasıl yersin?”
“Sol elimle ve parmaklarımın ucu ile.”
“Peki, sam yeli estiği zaman ve ortalığı sıcaklık bastığı zaman, Çocuklarını

nerede gölgelen­dirirsin?”
“İnsanların tırnakları arasında .”



Açıklanan Kelimler :

Yalan : Kizb : Yalan. Yalan söyleme.
Küfr : Örtmek mânâsınadır. Kalbe âit bir sıfattır. Hak dini inkâr edip, hakkı inkâr

edene ve gizleyene "kâfir" denilir. Kâfirliğin sıfatı küfürdür. * Allaha inanmamak.

Hakkı görmemek. İmansızlık. * Allaha (C.C.) yakışmıyan sıfatlar uydurmak.

Müslümanlığa uymayan şeylere inanmak. * Nankörlük, dinsizlik, günah, kaba ve

ayıp söz. (Bak: Kebâir - Kâfir)
Nikah : Evlenme. Şeriata uygun şekilde evlenme. * Resmi evlenme muâmelesi.

(Bak: Mücâhede)



Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ
      “İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları

saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.”   (A’raf 7/16)

لَيْسَ عَلَى الْأَعْمَى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْأَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَرِيضِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى أَنفُسِكُمْ

أَن تَأْكُلُوا مِن بُيُوتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ آبَائِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أُمَّهَاتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ إِخْوَانِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أَخَوَاتِكُمْ أَوْ

بُيُوتِ أَعْمَامِكُمْ أَوْ بُيُوتِ عَمَّاتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أَخْوَالِكُمْ أَوْ بُيُوتِ خَالَاتِكُمْ أَوْ مَا مَلَكْتُم مَّفَاتِحَهُ أَوْ

صَدِيقِكُمْ لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَأْكُلُوا جَمِيعًا أَوْ أَشْتَاتًا فَإِذَا دَخَلْتُم بُيُوتًا فَسَلِّمُوا عَلَى

أَنفُسِكُمْ تَحِيَّةً مِّنْ عِندِ اللَّهِ مُبَارَكَةً طَيِّبَةً كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمُ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُون
      “Âmâya güçlük yoktur; topala güçlük yoktur; hastaya da güçlük yoktur.

(Bunlara yapamayacakları görev yüklenmez; yapamadıklarından dolayı

günahkâr olmazlar.) Sizin için de, gerek kendi evlerinizden, gerekse

babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin

evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın

evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, veya anahtarlarını

uhdenizde bulundurduğunuz yerlerden, yahut dostlarınızın evlerinden

yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu halde veya ayrı ayrı yemenizde de bir

sakınca yoktur. Evlere girdiğiniz zaman, Allah tarafından mübarek ve pek güzel

bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selâm verin. İşte Allah, düşünüp

anlayasınız diye size âyetleri böyle açıklar.”   (Nûr 24/61)

ŞEYTANIN HİKAYESi-3


Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bundan sonra, bir başka mevzuyu sordu.
İblis de cevap verdi:
“Rabb’ından neler taleb ettin?”
“On şey taleb ettim.”
“Nedir onlar, ya lâin?”
“Şunlardır:

1) Allah'tan diledim ki, beni Âdemoğulları­nın malına ve evladına ortak ede…
Bu, ortaklık ta­lebimi yerine getirdi.
Ki bu:

      “Onlara ortak ol... Mallarına ve çocuklarına Onlara vaad et Hâlbuki şeytan

onlara en çok gurur vaad eder...”   (İsrâ 17/64 )

Âyet-i Celilesi ile sabittir.
Her besmelesiz kesilen hayvan etinden yerim, Faiz ve haram karışan yemekten

de yerim.

Şeytandan Allah'a sığınılmayan malın da ortağıyım.

Cinsi münasebet anında;
Allah'a şeytandan sığınmayan kimse ile birlikte hanımı ile birleşirim.

...Ve o birleşmeden hasıl olan çocuk, bize ita­at eder..
Sözümüzü dinler.
Her kim hayvana binerken,
Helâl yola gitmeyi değil de, aksini isteyerek binerse,
Ben de onunla beraber binerim.
Yol arkadaşı ve binek arkadaşı olurum.

Bu da Âyet-i Kerîme ile sabittir Allah-ü Teâlâ bana şu emri ve:

      “Onlar üzerine süvarilerinle, piyadelerinle yaygara çıkart...”   (İsrâ 17/64 )

2) Allah-ü Teâlâ'dan diledim ki:
Bana bir ev vere.
Bu dilediğim üzerine hamamları bana ev olarak verdi.

3) Diledim ki; bana bir mescid vere.
Pazar yerlerini bana birer mescid yaptı.

4) Benim için bir okuma kitabı vermesini is­tedim.
Şiirleri bana okuma kitabı yaptı.

5) İstedim ki; benim için bir ezan vere.
Mez­murları verdi.

6) Diledim ki; bana bir yatak arkadaşı ve­re ..
 Sarhoşları verdi.

7) Diledim ki; bana yardımcılar vere.
Bu­nun için de Kaderiye mensuplarını verdi.


8) İstedim ki; bana kardeşler vere.
Mallarını boş yere israf edenleri verdi.
Bir de masiyet yolu­na para harcayanları.
Bunlar da şu Âyet-i Kerîme ile sabittir:

      “O kimseler ki; mallarını boş yere harcar­lar ..Onlar şeytanın kardeşleri

olmuşlardır.”    (İsrâ 17/27)

Bir ara Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle bu­yurdu:
“Eğer söylediklerini, Allah'ın kitabındaki
Âyetlerle isbat etmeseydin. Seni tasdik etmezdim.”
Bundan sonra İblis devam etti:

9) Ya Muhammed!
Allah'tan diledim ki,
Âdemoğullarını ben göreyim; ama onlar beni gö­remeyeler..
Bu dileğimi de yerine getirdi.
       
10) Diledim ki; Âdemoğullarının kan mecralarını bana yol yapa, bu da oldu.
Böylece ben, onlar arasında akıp giderim...
Ge­zerim...
Hem nasıl istersem...
Bütün bu isteklerimi verdi.
“Hepsi sana verildi.” buyurdu...
Ve ben bu hâllerimle iftihar ede­rim.


Sonra ..
Şunu da ekleyeyim ki; benimle be­raber olanlar, seninle beraber olanlarda daha

 çok­tur.
İşte...
Böylece kıyamete kadar,
Âdemoğullarının ekserisi benimle beraber olurlar...


Bundan sonra İblis şöyle anlattı:
“Benim bir oğlum vardır..
Adı: ATEME'­dir..
Bir kul, yatsı namazını kılmadan uyursa ..
Gi­der; onun kulağına bevleder...
Eğer böyle olmasaydı;
İmkan yok, insanlar,
namazlarını edâ etmeden uyuyamazlardı.

Benim bir oğlum daha vardır ki;
Onun adı da: MÜTEKAZİ'dir.
Bunun vazifesi de;
Yapılan giz­li amelleri yaymaya çalışmaktır.
Mesela: Bir kul, gizli bir taat işlerse...
Ve bu yaptığını da gizlemeye çalışırsa .. MÜTEKAZİ onu dürter...
En sonunda o gizli amelin yayılmasına ve açığa çıkarmaya mueaffak olur.
Böylece:
Allah-ü Teâlâ o amel sahibinin yüz sevabının doksan dokuzunu imha eder...
Biri ka­lır.
Çünkü, bir kulun yaptığı gizli bir amel için
tam yüz sevap verilir.

Sonra ..
Benim bir oğlum daha vardır ki;
Onun adı da KÜHAYL'dir .
Bunun işi de insanların gözlerini sürmelemektir..
Bilhassa, ulema meclisinde ve hatip hutbe okur­ken.
Bu sürme onların gözüne çekildi mi uyuklamaya başlarlar.
Ulemanın sözlerini işitemezler..
Böylece, hiç cevap alamazlar.


Bundan sonra İblis şöyle anlattı:
“Hangi kadın olursa olsun..
Onun kalktı­ğı yere şeytan oturur.

Sonra ..
Her kadının kucağında mutlaka bir şeytan durur...
Ve onu, bakanlara güzel gösterir.
Sonra o kadına bazı emirler verir Mesela:
“Elini kolunu dışarı çıkar, göster.” der..
O da, bu emri tutar...
Elini, kolunu açar, gösterir..
Bundan sonra, o kadının hayâ perdesini tırnakları ile yırtar.


İblis, bundan sonra;
Resûlullah (s.a.v) Efendi­mize kendi durumunu anlatmaya başladı:

“Ya Muhammed!
Bir kimseyi dalâlete sü­rüklemek için elimde bir imkan yoktur.
Ben, ancak vesvese veririm ve bir şeyi güzel gösteririm... o kadar.
Eğer dalâlete sürüklemek elimde olsaydı; yer­ yüzünde:
“ Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah’ın resûlüdür.”
Diyen herkesi, oruç tutanı ve namaz kılanı hiç bırakmazdım..
Hepsini dalâlete düşürürdüm.
Nasıl ki, senin elinde de, hidayet nevinden bir şey yoktur..
Sen ancak Allah’ın resûlüsün.
Ve teb­liğe memursun.
Şayet hidayet elinde olsaydı; yer yüzünde tek kâfir bırakmazdın.
Sen, Allah’ın halkı üzerinde bir hüccetsin...
Ben de, kendisi için ezelde şekavet yazılan kimse­lere bir sebebim.
Şaid olan kimse, taa, ana karnında iken said­dir.
Şâki olan da, yine ana karnında iken şâkidir.
Saadet ehli kılan Allah..
Şekâvet ehli kılan da Allah.

Bundan sonra ..
Resûlullah (s.a.v) efendimiz şu iki Âyet-i Kerîmeyi okudu:
       

      “Bunlar, taa, sonuna kadar böyle değişik şekilde devam edecek.., Ancak

Rabbın esirgedik­leri hariç...”   (Hûd 11/118 -119)

      “Allah'ın emri behemehâl yerini bulan bir kaderdir.. .”   (Ahzâb 33/38)


Bundan sonra, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, ib­lis'e şöyle buyurdu:
“Ya Eba Mürre!
Acaba senin bir tevbe etmen ve Allah'a dönmen mümkün değil mi?
Cen­nete girmene kefil olurum... Söz veririm..”
Bunun Üzerine İblis şöyle dedi:
“ Ya Resûlullah!
İş verilen hükme göre oldu..
Kararı yazan kalem de kurudu...
Kıyamete kadar olacak işler olacaktır.
Seni peygamberlerin efendisi kılan,
Cennet eh­linin hatibi eyleyen,
Ve seni halkı içinden seçen
Ve halkı arasında bir gözde yapan,
Beni de şâkilerin efendisi kılan,
Ve cehennem ehlinin hatibi eyleyen Allah'tır..
Ve O bütün noksan sıfatlardan münezzehtir.

Ve İblis, cümlelerini şöyle tamamladı:
“İşte... bu söylediklerim, sana son sözümdür...
Ve bütün söylediklerimi de doğru söyledim.”

(Biz Muhammedî Melâmiler de Hz. Pîr Arabî ile birlikte deriz ki:)

Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın, âlemlerin Rabbı olan Allah'a hamd olsun!

Efendimiz Muhammed Nebiye Allah salât eylesin...
Kezâ onun aline de..
Ashabına da…
Amin!
Bütün peygamberlere selâm..
Alemlerin Rab­bı olan Allah'a da -tekrar- hamd olsun!...


Açıklanan Kelimler :

Mevzu : Bahis. Üzerinde durulan mes'ele. * Aşağılanmış olan. * Konulmuş. Vaz

olunmuş. * Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan. * Geçer olan, muteber,

işlemekte olan, câri.
Faiz : Ödünç verilen para için alınan ve şer'an haram olan kâr. Faizin iş

hayatındaki mânası, "sen çalış, ben yiyeyim"dir. Küçük tasarruf sahiplerinin

paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka bu parayı

aldığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak verir. İstihsâl edilen

(üretilen) malların fiatına masraf olarak bu faiz eklenir.
Mez­mur : Kaside okuyucular
Kaderiye : "Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır" deyip ifrat ederek Hak

mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile)
Mecra : Suyun aktığı yol. Su yolu. Kanal. * Cereyan eden yer. * Bir haberin

yayılma yolu. * Bir şeyin dolaştığı yer.
Ateme : İşsizlik, tembellik, atalet, üşengeçlik.
Mütekazi : (Tekaza. dan) Borçluyu (borcunu ödemesi için) sıkıştıran.
Kühayl : Sürme çekici.
Küheylan : Cins arab atı. (Gözü sürmelidir.)



Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ وَأَجْلِبْ عَلَيْهِم بِخَيْلِكَ وَرَجِلِكَ وَشَارِكْهُمْ فِي الأَمْوَالِ

وَالأَوْلادِ وَعِدْهُمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُورًا
      “Onlardan gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle,

yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine

vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey vâdetmez.”   (İsrâ

17/64 )


ِنَّ الْمُبَذِّرِينَ كَانُواْ إِخْوَانَ الشَّيَاطِينِ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِرَبِّهِ كَفُورًا
      “Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise

Rabbine karşı çok nankördür.”   (İsrâ 17/27)

وَلَوْ شَاء رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلاَ يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ
إِلاَّ مَن رَّحِمَ رَبُّكَ وَلِذَلِكَ خَلَقَهُمْ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لأَمْلأنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

      “Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa

düşmeye devam edecekler. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır.

Zaten Rabbin onları bunun için yarattı. Rabbinin, «Andolsun ki cehennemi

tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım» sözü yerini buldu.”   (Hûd 11/118 -

119)

مَّا كَانَ عَلَى النَّبِيِّ مِنْ حَرَجٍ فِيمَا فَرَضَ اللَّهُ لَهُ سُنَّةَ اللَّهِ فِي الَّذِينَ خَلَوْا مِن قَبْلُ وَكَانَ

أَمْرُ اللَّهِ قَدَرًا مَّقْدُورًا
      “Allah'ın, kendisine helâl kıldığı şeyde Peygamber'e herhangi bir vebâl

yoktur. Önce gelip geçenler arasında da Allah'ın âdeti böyle idi. Allah'ın emri

mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.”   (Ahzâb 33/38)































'A'oozu Billahi Minash-shaitanir Rajeem bismillaharrahmanarrahim

'A'oozu Billahi Minash-shaitanir Rajeem bismillaharrahmanarrahim

Ayat-ul-Kursî.]—
Allah! There is no deity except He, the Ever Living, the One Who sustains and protects all that exists. Neither slumber, nor sleep overtake Him. To Him belongs whatever is in the heavens and whatever is on earth.
Who is he that can intercede with Him except with His Permission?
He knows what happens to them (His creatures) in this world, and what will happen to them in the Hereafter .
And they will never compass anything of His Knowledge except that which He wills. His throne extends over the heavens and the earth, and He feels no fatigue in guarding and preserving them. And He is the Most High, the Most Great.


Allahu laa ilaha illa huwa, Al -Haiy ul-Qaiyum La ta'khudhuhu sinatu wa la nawm lahu ma fis -samawati wa ma fil-'ard Man dhal-ladhi yashfa'u 'indahu illa bi-idhnihi Ya'lamu ma bayna aydihim wa ma khalfahum wa la yuhituna bi shai'im min 'ilmihi illa bima sha'a Wasi'a kursiyuhus-samawati wal ard wa la ya'uduhu hifdhuhuma wa Hu wal 'Aliyul-Adheem

In the name of Allah, The Most Kind, The Most Merciful.


Quran 113:0
In the name of Allah, The Most Kind, The Most Merciful.
Say, “I seek refuge in (Allah) the Lord of the Daybreak.”
“From the evil (deeds) of that (creation) which He (Allah) created.”
“And from the evil (deeds of other people) when night time comes (and I am asleep unable to protect myself).”
“And from the evil (deeds) of those (people) who blow on knots (and call on Satin .Shaitan) to help them to cause harm)."
“And from the evil (deeds) of the jealous person when they become envious (and they try to cause harm).”


Quran 114:0
In the name of Allah, The Most Kind, The Most Merciful.
Say, “I seek refuge in (Allah) the Lord of (all) humans.”
“The king of (all) humans.”
“The Allah of (all) humans.”
“From the evil of the retreating whisperer (Satin.Shaitan) who whispers evil suggestions ,( but disappears when people remember Allah).”
‘Who whispers (evil suggestions) into the hearts of humans.”
“(Promoting evil) from among (both) the jinn and humans.”

Oh our Sir, do not condemn us, we are forgotten or we make a mistake! Oh our Sir, do not impose on us load, like which you imposed on our ancestors! Oh our Sir, do not overload us with what we cannot support! Tolerate us! Forgive us! Have compassion of us! You are our Protector! Grant to us the victory on the incredulous ones!


"Laa ilaaha ill-Allaah wahdahu laa shareeka lah, lahu'l-mulk wa lahu'l-hamd wa huwa 'ala kulli shay'in qadeer (There is no god except Allaah Alone with no partner or associate; His is the Sovereignty and His is the praise, and He is Able to do all things)"
Amin amin amin



O JARDIM - THE GARDEN



O JARDIM

Ao nascer, recebemos um jardim para cuidar, já com muitas sementes, que noscabe apenas regar, cuidando com carinho de cada canteiro.No canteiro do Amor, nascem os mais belos sentimentos, como a solidariedade,o afeto, a ternura e uma linda flor vermelha, chamada de solidariedade.No canteiro da esperança, nascem os sonhos, a perseverança, os desejos daalma, que bem regados, rendem muitos frutos, chamados de "realizações".No canteiro da alegria, flores lindas que sorriem para a vida, sãoconhecidas como "motivação", "boa vontade" e "persistência", sendofundamentais para a continuidade do nosso jardim.Mais ao fundo, um canteiro impressiona pela altura das flores, é o canteiroda fé, regado com orações e atitudes regeneradoras, sobem até o céu, emuitas das flores tocam os pés dos anjos, que tudo ouvem nas nossasplantações.Muitos cuidam do canteiro com trabalho incessante, vigiando os pensamentos,regando constantemente o amor, a alegria e a esperança, sempre com desejosincero de mudar para melhor.Assim, as flores crescem sempre fortes, lindas e mesmo diante dastempestades, próprias da vida, resistem ao tempo e as dificuldades,tornando-se cada vez mais belas.Outros, se perdem em lamentações, gastando o precioso tempo em divagações.Pensam nas plantas que poderiam ter e não tem, naquelas que já tiveram eperderam, nas belas plantas do vizinho, e vão se descuidando do jardim,deixando as ervas daninhas tomarem conta dos canteiros.Assim, plantas destruidoras como o ódio, a inveja, a calúnia, a preguiça, as paixões,
o desrespeito, entre outras pragas, vão tomando o lugar das flores, e vamos nos
tornando pessoas amargas, insensíveis, amarguradas, tristes e doentes.O jardim da vida são os seus pensamentos, o regador seus sentimentos e asemente, a fé.O jardineiro é você, a terra, a própria vida, a água é Allah (swt), fonte de toda avida, que está dentro de você, e em todos os lugares em forma de energia.Seja você, o próprio jardim de Deus, cuide dos seus canteiros, regue todosos dias com amor, esperança e fé.Eu acredito em você.
Cid Pimentel
F.M.J.

adaptado por Suleyman


The GARDEN
While being born, we receive the garden you it take care, already with much seeds, which noscabe it hardly will water, taking care affectionately of each flowerbed. In the flowerbed of the Love, the most beautiful feelings plows born, like the solidarity, the affection, the gentleness and the lovely red flower called of solidarity. In the flowerbed of the hope, there joy plows born the dreams, the perseverance, the wishes daalma, what watered well, bring many results called of " realizations in.No flowerbed of the, lovely flowers that smile will be the life, sãoconhecidas like "motivation", " good will " and "persistence", sendofundamentais will be the continuity of our garden. Live you it the bottom, the flowerbed impresses will be the height of the flowers, he is the canteiroda faith, watered with prayers and regenerative attitudes, they rise up you it the sky, emuitas of the flowers they touch the feet of the angels, who completely hear in the nossasplantações. Many people take care of the flowerbed with incessant work, watching the thoughts, always watering constantly the love, the joy and the hope, with desejosincero of changing will be better. Only, the flowers always grow strongly, lovely and even before dastempestades, own of the life, stand the test of team and the difficulties, becoming live and live beautiful.
Others, they plows lost in lamentations, spending the precious team in wanderings. They think about the plants that they might have and it is not, in that what they had already eperderam, in the beautiful plants of the neighbor, and they go if neglecting the garden, letting the weeds take care of the flowerbeds. Only, destructive plants like the hatred, the envy, the slander, the laziness, the passions, the disrespect, between other nuisances, plow taking the place of the flowers, and we go in making bitter, insensible, embittered, sad and ill persons. The garden of the life they plows his thoughts, watering can his feelings and asemente, the faith. The gardener is you, the land, the life itself, the water is Allah (swt), fountain of every live, which is inside you, and at all the places in the form of energy. Be you, the God's garden itself, take care of his flowerbeds, water todosos days with love, hope and faith.
I BELIEVE IN YOU!!!

by: Dr . Cid Pimentel F.M.J. adapted by Suleyman